30 Haziran 2007 Cumartesi

Rumelihisarı






Böcek yeşili arabanın sahibi ve ben yine yollardayız. Bu defa istikamet Rumelihisarı. Elimizde biralar, oturduk köprünün altına. Hava bir sıcak sormayın. Akıllı(!) belediye, gölge yapabilecek potansiyeldeki bütün ağaçları budayarak güneşin beyninize geçmesini ve celebral bir duraklamaya sebep olmasını sağlamış. Kel kel kalmış bir dolu ağaç, kalan üç beş yaprağa göre kendinizi konumluyorsunuz ki azıcık gölge görsün beyniniz. Arada bir esiyor, bir nefes alıyorsunuz.



Herneyse, oturduk banklardan birine. Önümüzden gemiler geçiyor yavaş yavaş. Çekirdeklerle kuşları besliyoruz. İnsanlar balık tutmaya gelmiş, birer birer sallanıyor oltalar denize. Yalçın bir güvercinin peşinde. Xeyn ile ben de hayvanı oyalamaya çalışıyoruz. Sözde biz oyalayacağız, o da tutacak. Zavallı güvercinin iki ayağını misina ile birbirine bağlamışlar, havyancık yürüyemiyor. Ne kadar hastalıklı insanlar var! Maalesef güvercini yakalayamıyor. Zavallı ürkekleşmiş tabii, en küçük harekette uçup gidiyor.

(mağdur güvercin)


Klasik su savaşımızı da sahneledikten sonra evlere dağılıyoruz. Özlemişim boğazı ve fotoğraf çekmeyi...


(Perili Köşk)

27 Haziran 2007 Çarşamba

Acı

Düşünüyorum da bu kadar acı beni öldüremediyse, aksine daha da güçlü kıldıysa ben gerçekten kuvvetliyim. İnsanların çok daha küçük şeylerle hayattan, sevdiklerinden vazgeçtiklerine tanık oldum. Ölümün hiçbir şeyin çaresi olmadığını biraz geç de olsa öğrendiklerini düşünüyorum. En kolay kaçıştır ölüm, en kolay teslim olma. Her zaman köprüden önce bir son çıkış vardır, önemli olan onu kaçırmamaktır. Ben kaçırmadım.
İnsan o kadar yıkılıyor ki, gözü acısından o kadar kararıyor ki, o son çıkışı görmüyor bile, biliyorum. O acıyı dindirecek, eski huzurunu ona geri verecek bir çözüm arıyor. Yitip giden mutluluğuna yeniden kavuşmak tek dileği oluyor bir anda. İlker’in ölüm haberini aldığım anı hatırlıyorum da, o an ölsem benden mutlusu olamazdı. Yaşamak bir anda bütün önemini kaybetti. Gözüm karardı, hiçbir şey göremez oldum. “Şu an ölsem, hemen burada, ne olur ki?” diye içimden geçirdim. Arkamda kimler kalacakmış, hiç düşünmedim bile. Bir anlık bir kararın bütün bir ömrün sonu olabileceğini gördüm. Gözümün önünden geçerken bütün yaşadıklarımız, bütün paylaştıklarımız, büyük sevgimiz, ölümün hiç de zor bir karar olmadığını da gördüm. Öylece olduğum yere oturup kaldım, kıpırdayamadım. Elimde telefon, şaşkın şaşkın yuvasından düşmüş, ne yapacağını bilemeyen kuş gibi. Kalbim parçalara ayrıldı, öyle şiddetli vurdu ki gerçek. İçimdeki nefret o kadar yoğundu ki, kendimden korktum bir an. İsyan ettim var gücümle, ömrümü uğruna rahatlıkla verebileceğim, kendimden kat be kat çok sevdiğim, yanımdayken bir an olsun sarılmadan duramadığım, uzaktayken aklımı bir an olsun ayıramadığım canım gitmişti, bir daha dönmemek üzere. Bütün hayatımı beraber geçirmek istediğim tek insan beni terk etmişti. Ya yaşayıp dayanacaktım ya da onun yanına gidecektim. Ben yaşamayı seçtim çünkü biliyordum ki, o benim yaşamamı isterdi, ne olursa olsun dimdik ayakta, her türlü zorluğa göğüs gererek. Kendisi savaşçıydı, onun bıraktığı yerden ben devam etmeliydim. Umursamadan bu hayatı, dibine kadar yaşamalıydım. Kimseden çekinmeden, kendi doğrularımla en sonuna kadar. Hiçbir şey önemli değildi bu hayatta, boş kaygılar çöpe atılmalıydı. Geçmiş geçmişte kalmalıydı, onun geleceğe bir katkısı yoktu. Geçmiş acıydı çünkü, onun getireceği de acı olacaktı.
Kırılan kalbimin parçalarını topladım tek tek, yapıştırdım. Hayat onsuz ne kadar zor olsa da yaşadım. Hala da yaşıyorum. Bazen kaynayan parçalarım sızlasa da, kalbimin var olduğunu bilerek seviniyorum. İçim yanıyor bazı zamanlarda, ufak şeyler tekrar zorluyor kalbimi ama dayanıyorum. Ben savaşçıyım çünkü. O hep yanımda, yanı başımda. Hep de yanımda olacak biliyorum. Teşekkür ederim bitanem, her şey için...

Love Is Dead

Dinleyin derim, ruh halimi özetliyor...



Nothing ever goes right
Nothing really flows in my life
No one really cares if no one ever shares my care
People push by with fear in their eyes in my life
Love is dead, love is dead
The telephone rings, but no one ever thinks to speak to me
The traffic speeds by, but no one's ever stopped too late
Intelligent friends don't care in the end, believe me
Love is dead, love is dead
And plastic people with imaginary smiles
Exchanging secrets at the back of their minds
Plastic people
Plastic people
Nothing ever goes right
Nothing really flows in my life
No one really cares if this horror's inside my head
People push by with fear in their eyes in my life
Love is dead, love is dead
Love is dead, love is dead
Love is dead, love is dead
And all the lies that you've given us
And all the things things that you said
And all the lies that you've given us...
Blow like wind in my head

Brett Anderson

Insomnia

Uykusuzluğun en tepe noktasındayım. Saat 4 sularında sabah ezanı okunuyordu. Herhalde uyuduğumda saat 5 filandı. Zaten 7:30'da uyandım. O saatten beri oda oda geziyorum. Sıcaktan nereye yatsam yapışmaktayım. Her kapıyı, her pencereyi açtım. Hafifçe esiyor. 10 gibi tekrar uyumaya niyetlendim ama yukarı kattan gelen matkap gürültüsü bunun da içine limon sıktı. Şimdi uykusuzluktan yanan gözlerimle oturuyorum. Kafamda inceden bir ağrı, sanırım migrenim "Geliyorum!" diyor. Çok özlemiştim kendisini. Bayağıca zamandır buluşamamıştık! Aynaya bakmaktan korkuyorum, kendimden korkabilirim! Xeyn'in kapatıcıları bile fayda etmeyecek bu defa gözümün altındaki morlukları kapatmaya. Dün gece sıkıntıdan babamın makinesiyle saçlarımı 3 numaraya vuracaktım, ramak kalmıştı. Annem deli çığlıklar atınca vazgeçtim. "Kel gibi dolaştırmam kızımı!" gibilerinden bir şeyler geveleyip duruyordu, çığlık atmadığı zamanlarda. Baktım saçımın yerine kafamı keseceğim, bıraktım elimden makineyi. Saçımla uğraşmaya başladıysam bana yine geliyorlar demektir. İşiniz var sevgili arkadaşlarım, haberiniz olsun!

26 Haziran 2007 Salı

Demek Ki...


Aslında kendimi bayağıca iyileşmiş hissediyordum, ama iyileşmemişim, anladım. En ufak bir sorunda tekrar yoruluyorum. Paramparça oluyor her şey. Toplayamadığım binlerce parça ve ben. Başım ellerimin içinde öylece oturuyorum, açık pencerenin önünde. Arkada telefon çalıyormuş, dünya batıyormuş, umurumda değil. Tek ben varım dünyada, yapayalnız yeniden. Unutuyorum etrafımdakileri, siliniyor bütün hafızam. İçine düştüğüm dipsiz kuyum ve ben, elimde sadık dostum. Bölük pörçük anılar. Teslim olmayan son küçük parçalar. Tekrar ve tekrar meydana çıkıyorlar. Ne kadar uğraşsam da bir türlü silemediğim.
Aslında kendimi bayağıca mutlu hissediyordum, ama değilmişim, anladım. Ufak pürüzler beni kolayca üzebiliyor. Mutsuzluk ve ben yeniden dost olabiliyoruz, hiç ayrılmamış gibi. Etrafıma ördüğüm duvarlar yine yükseliyor. Aslında tek tek sökmeye başlamıştım tuğlaları, indirmeye başlamıştım guardlarımı. Şimdi en baştan örüyorum çepeçevre etrafıma, söktüğüm parçaları. Kapanıyor kapılarım. Bırakıyoruz insanları dışarıda, hiç üzülmeden, insan geçirmez duvarlarım ve ben. Kapanıyor dünya gözüm açılırken hayal gözüm.
Aslında kendimi bayağıca güçlü hissediyordum, ama değilmişim, anladım. Küçücük dertler beni yıkabiliyor . Eski dostum yavaşça süzülebiliyor yanıma, zaten hiç gitmemiş gibi. Unutmaya başladığım acılarım yeniden sızlamaya başlıyor. Yaralarım yavaş yavaş yeniden kanıyor. Ağlıyorum derinden. Aslında kapanmaya başlamıştı yaralarım, unutulmaya yüz tutmuştu acılarım. Gözyaşlarım soğumuştu. Şimdi gözyaşlarım sıcak yeniden, yakarak yanaklarımı süzülüyorlar.
Yine yoruldum çabucak, yine üzüldüm çabucak, yine pes ettim çabucak! Demek ki yeteri kadar iyileşememişim, yeteri kadar mutlu olamamışım, yeteri kadar güçlenememişim. Demek ki...

25 Haziran 2007 Pazartesi

Sıcak, çok sıcak, daha da sıcak olacak!

Melike kardeş, İzmirli olduğundan sıcağı pek bir sever. Ancak kendisinin de belirttiği üzere artık sıcak sevilecek bir halde değil. Şu an İstanbul’un tepelerinden birinde oturuyor olmama rağmen, dışarısı yanmakta. Bütün pencereler açık ancak rüzgâr namına pek de bir şey esmiyor. “Evet, sevgili Melikeciğim, hava sizin oralarda nasıl?” diye sormaktan kendimi alamıyorum nedense!

Aslında bugün Şile’ye gitme planlarımız vardı, sadece plan olarak kaldılar. Xeyn bile yerinden kıpırdamak istemiyorsa hava gerçekten sıcak demektir. Neredeyse bütün günümü duş altında geçirdim diyebilirim. Geceleri uyuyamadığım için sabah 6 sıralarında ayakta oluyorum. Bana katılmak isterseniz beklerim. Bir telefon kâfidir. Ancak yeni bir uyuma tekniği geliştirdim, sıcak insanlara neler yaptırıyor! Nerede bir taş zemin görürsem, pikemi ve yastığımı kapıp oraya koşuyorum. Yeni mekânım; eskiden balkon olan, taşınırken salona dâhil ettiğimiz ex-balkonumuzun zemini. Boylu boyunca serdiğim pikem ve ben, azcık da olsa burada rahat edebiliyoruz. Açıyorum karşılıklı pencereleri, günlük 3 saatlik uykumu burada uyuyorum. 11’e kadar uyuma lüksüm resmen bitmiştir, hepinizi duyurulur! Sevinç çığlıkları duyuyorum dalga dalga!

23 Haziran 2007 Cumartesi

TALAŞ GÜNÜ


Bugün KAL’ın talaş günüydü. 2001 mezunu olan ben, geçen 6 yıl boyunca kapısından içeri adımımı atmadım. Xeyn, artık bunun sona ermesi gerektiği ve bu sene gerekirse saçımdan sürükleyerek götüreceği yönünde tehditlerini savurduktan sonra ben de sağlığım açısından bu mühim güne katılma kararı aldım. Oysa sabah-yani 12:10 sıralarında-kafamın yerinde tonlarca ağırlık sallanmaktaydı ve her yerim ağrımaktaydı. Hatta akşam Oğuz’la hırlaşmış olmamızın da bu durumda katkısı büyüktü. Dışarısı kavrulmaktaydı ve rüzgâr namına hiçbir şey yoktu. Zaten 12:10’da da Xeyn’in telefonuyla uyandım. Mırın kırın ettim ama karşıdan gelen ses gayet tehditkârdı. Kafamı kucağıma alarak evden ayrıldım. Daha kapıdan adımımı attığımda yüzüme bir sıcaklık çarptı. Günün nasıl geçeceği belliydi. Ama kararlıydım, yoluma devam ettim. Ne de olsa işin ucunda, sağlığım vardı. Kendimi zar zor vapura attım. Fark ettim ki, vapura binmeyeli bayağıca zaman olmuş. Elimde fotoğraf makinem, kulağımda müziğim -kardeşim ne kadar damar parça varsa yüklemişim!- böyle serin serin deniz havası eşliğinde keyif yaptım. Ama bu keyif kısa sürdü. Yolculuk bitti, serin deniz havası da. Kadıköy Meydanı bütün sıcaklığıyla “Hoş geldin!” dedi. Şöyle dedim bir soğuk su alayım ama ne mümkün, sular bile kaynakta. Telefona sarılıp Xeyn’i aradım. Xeyn her zamanki gibi Güğüm’de içmekteydi. Eniştemiz bizi ışıklardan alarak Güğüm’e kadar eşlik etti. Azcık orada takılıp okula doğru yola koyulduk. Trafik kilitlenmişti. Niye diye soracak olursanız, şöyle açıklayayım: Bizim dönem 256 kişiydi. Sadece bizim dönem. Ben mezun olurken okulun nüfusu, tam tamına 2016’ydı, yani kasabayı aratmayacak derecede yüksekti. Buyurun buradan yakın!






Herkes Sakız Gıda’nın önüne mevzilenmiş içmekteydi. Zaten bizim okuldan ya ayyaş ya da ayyaş çıkar. Baktım ki, genel durum hiç değişmemiş. Kadro yine sıkı içici! Tek fark, olgunlaşmışlar. 6 sene insanı nasıl da değiştiriyor. İnsanlara bakınca aklıma yıllıktaki fotoğrafları geldi. Çocukmuşuz ya! Şimdi hepsinin yüzünde olgunluk. Dikkatle inceledim herkesi tek tek. Bir ben, bir de Xeyn hiç değişmemiş, çok şaşırdım. Allah’ın bir lütfü bize bu. Ne zekâmız ne de yüzümüz! Hehehe!
Meşhur su savaşımızı da yaptıktan ve sırılsıklam olduktan sonra -tişörtüm içimi göstermiyormuş, görmüş olduk- saat 6 sularında artık eve dönme vaktinin geldiğine kanaat getirdik. Pek de serin olmayan bir vapur yolculuğundan sonra kendimi taksiye attım ve doğru büfeye geldim. Baktım buz gibi sular bana bakmakta, hemen bir tanesine sarıldım. Şimdi de evde yarı baygın bir şekilde yayılmaktayım, karşımda KAL’ın ellinci yılına özel yapılmış bira bardağı ve içinde buz gibi suyumla birlikte. Sıcak kardeşim, hala çok sıcak!!!!!!



21 Haziran 2007 Perşembe

Yunan Müziği




Bu Yunanyalılar işini biliyor. Adamlar öyle müzik yapıyorlar ki, içmeyip de ne yapacaksın dinlerken? İnsanın aklında içmek yoksa bile bu müziği dinlerken aklına geliyor. İçimden şimdi Boğaz’ın kenarında demlenmek geliyor. Önümde mezeler, buz gibi sek rakı, yanımda canlarım. Koyu bir sohbet, her zamanki gibi. Eski günleri anarak. Tokuşturulan kadehler, atılan kahkahalar. Serin serin yüzümüzü yalayan Boğaz rüzgarı, arkadaşlığın verdiği sıcaklık. Özlemişim okul günlerini, anladım. İçim kayıyor geçirdiğimiz dolu dolu günlere. Dağıldık hepimiz bir yerlere. Kimimiz şehir değiştirdik, kimimiz ülke. Kalplerimiz ortak bir noktada buluşsa da, insan ister istemez derinden hissediyor yokluklarını. Yetmiyor kırk yılda bir buluşmak, dertleşmek, kadeh tokuşturmak. Tüketilmiyor konuşarak biriken onca hasret. Sığdırılmıyor azıcık zamana biriken dertler. Kilometreler engel olmasa da arkadaşlığa, dostluğa, dindiremese de birbiri için çarpan yüreklerin sesini; yine de yoruyor insanı, büyütüyor kocaman hasretler.

20 Haziran 2007 Çarşamba

Demirciköy Belgeseli




“Demirciköy ve Biz” diye bir yazı bu. Efendim, durmaksızın günlerdir Demirciköy yollarındayız, böcek yeşili arabanın sahibi ve ben. Sevdik midir nedir? Sanırım sevdik. Yoksa tek gidişte neredeyse 30 km çeken bir yol hakikaten çekilmez.


İlk defa geçen hafta gittik. Camlar tamamen açık, tatil kaseti tam ses ve kafa sallayan iki tip. İlk manzara böyleydi. Yolu bulabileceğim konusunda bana güveniliyordu ama iki kez kaybolduk. İlk seferinde Zekeriyaköy semalarında, ikinci seferinde Demirciköy semalarında. İlk sefer kayboluşumuz kısa oldu. İkinci seferinde bir koyuncu amca tarafından kurtarıldık. Tabii önümüze çıkan bir de inek vardı. Tam yolun ortasında sakin sakin evine dönüyordu hayvancık, rahatını bozduk. Çarpsaydık olacakları düşündük ama sonra vazgeçtik. Zira altımızdaki bir at sineği kadar kalıyordu haşmetli ineğin yanında. Kaportada bir sinek nasıl durursa bizim araba da ineğin üstünde öyle duracaktı. Evet, tekrar yola koyulduk ve meşhur siteyi bulduk. Ama kaybolmamız daha bitmemişti. Kulübedeki amca sakince bir kroki üzerinden bize yolu tarif etti. İki saf saf bakan kafa tabii bu krokiden bir şey anlamadı. “O krokiyi bize vereceksiniz, di mi?” diye noktaladı boş bakışlarımızı zat-ı Xeyn. Kulübedeki amca sakince uzattı. Co-pilot olan ben, elimde krokiden bir şey anlamadan ve tavukkarası gözlerimle tam anlamıyla göremeden ( geceleri göremiyorum da, defo çok defo!) abuk sabuk sokak adlarından akla en yatkın olanları takip ederek havuza kadar Xeyn’i getirdim. Ama yine kaybolduk. 2 demiştim, demek ki 3 kere kaybolmuşuz. Sitenin içinde kaybolan iki avanak olarak tekrar telefonlara sarıldık ve Barış çoban misali bizi kurtardı. Tam tamına 2 saatlik yolculuktan sonra evin önünde park ettik. Sağlam motormuş valla, teklemeden o kadar saat gittik, Xeyn’in bu kadar yıldır hoyratça kullanmalarına rağmen. Şaka! Kendisi iyi bir pilottur! Hahaha! Hatta geçenlerde geri geri manevra yaparken, neyse bunu sonra anlatırım. Nerde kalmıştım? Evet, bir süre de evin bahçesinde takıldık. Uçuşan garip börtü böceği saymaksak huzur dolu bir mekan. Ancak dediğim gibi ne olduğu belirsiz bir dolu garip hayvancık uçuşmakta. Birkaç kez onlar tarafından sokulup oram buram şiştikten ve kızardıktan sonra eve dönüş yolu başladı. İçiniz viraj kaldırmıyorsa gitmeyin derim. Ya da torbalarınız hazır olsun!



Bu ilk gidiş bizi kesmedi. İneğe aşkımız kabardı ve yine yollara düştük. Gidişteki manzarayı anlatmıyorum, sallanan iki kafa desem anlarsınız. Bu kez kaybolmadık ama. Ve tabii ki ineğimiz ordaydı. “Jandarmanın ineği bu. Semirince kesip yiyecekler!” diye buyurdu zat-ı Xeyn. Psikopat bir insan olmasa benim yanımda ne iş var zaten değil mi ama? Tatlı ineğimizle bakıştıktan sonra, yine kaybolmadan havuzu bulduk. Resimden de anlayacağınız gibi tembelliğe devam. Zaten 2 senedir aynı ayaklara bakıyorum, evin kanepelerinde. Sıcak filan bize koymaz kardeşim. Çekirdeğimi çitleye çitleye öyle otururum. Öyle de oturdum.

Ve en son dün gittik. Elimde biram, ayağım ön konsolda, kulağımız çalan müzikte, değil; yaptığımız dedikoduda. Dedikodu yapınca yol insana koymuyor. Bir de içince. İçmek güzel zaten. Her neyse, jandarma arabası görünce şöyle bir nida yükseliyordu zat-ı Xeyn’den: “Aşağı!” Ben içe içe, o baka baka sosyal tesisleri bulduk. Kaybolmadık! Sonra erkeklerin engin zeka birikimlerini izledik. Canınız eğlenmek isterse erkeklerin pinpon maçını izleyin, hiç sıkılmazsınız. Sonra havuza girmeye gittiler. Eğlencelik istiyorsanız çekirdeğinizi alın ve izlemeye koyulun. Xeyn havuza atılma korkusuyla elinde sigarası olan biteni yukarıdan izledi, tabii ben de. Zaten yukarıdan izleyince böyle film izler gibi oluyor. Alacaksın patlamış mısırları ve çekirdekleri, gelsin biralar, gitsin boş şişeler. Bir yarım saat kadar havuz sefalarını izledikten sonra kaptık çantaları ve mekanı terk ettik.

Güneş bütün güzelliğiyle batarken, tatil dönüşüymüş gibi bir dinginlik çöktü üzerimize. Yavaş yavaş kıvrılarak virajları, geçtik orman yolunu. Güneş battığında evdeydim. Ruhum dinlendi daha ne diyeyim…


12 Haziran 2007 Salı

One Last Goodbye



Pek de bilmeden indirdiğim bir şarkı bir anda dağıttı beni. Sanki adamlar oturup benim için yazmışlar bu şarkıyı. Sözlerini bizim yaşadıklarımızdan çıkarıp kâğıda dökmüşler. Uzun zaman sonra ağlamak istiyorum. “Kalbimi alıp gittin” diyor. “Sessiz bir sabahta kalbimi alıp gittin” diyor.
Bugün yazdığım yazıları okurken bir kez daha onu ne kadar çok özlediğimi fark ettim. Geçen senelerin sevgimden hiçbir şey eksiltemediğini ve hala onu derinden derine çok sevdiğimi. Hala vazgeçemediğim bir yanı olduğunu ve hep de öyle olacağını. Hiçbir zaman tam anlamıyla iyileşemeyeceğimi. Kendimi oyalasam da sadece düşüncelerimi geçiştirdiğimi ve aslında onu düşünmeyi asla bırakmadığımı. Zihnimdekilerin sisler ardında olduğunu ama orada olduğunu. Ve hep olacağını.
Kenarda köşede kalmış birçok anı canlandı yine. Ilık ılık yaşlar akıyor. Molalar alıyorum böyle zamanlarda. Bir köşede oturup kalıyorum. Günler akıp giderken ben sadece izliyorum. Tüketiyorum tüm gözyaşlarımı. Tekrar tekrar akmasınlar diye.
Kendimden sıkılıyorum. Kendimi vuruyorum sokaklara. Ancak öyle hafifliyor içimdekiler. Sızım sızım sızlayan ince bir yara. Martıları izliyorum. Özgürce uçmalarını. Vapurları izliyorum. Denizi yara yara, sakin sakin süzülüp gitmelerini. Gözlerim boş boş. Yutkunamıyorum. Boğazıma takılıp kalmış bir dolu anı. Bir türlü yutamadığım anılar. Bir türlü yutamadığım bir sevda. Kursağımda kalmış sevinçler. Orada öylece takılıp kalmış. Ne çıkarıp atabiliyorum ne de yutabiliyorum. Böyle bitmesini nasıl hazmedemiyorsam. Nasıl kabullenemiyorsam. İçimi yakan o acıları nasıl söndüremiyorsam.
Ufak bir detayla ortaya dökülen kocaman kocaman yürek yaraları. Eteklerimde hüzünler. Nereye gitsem götürdüğüm. Peşimi hiç bırakmayan. Ve bırakmayacak olan…


ONE LAST GOODBYE

How I needed you
How I bleed now you're gone
In my dreams I can see you
But I awake so alone
I know you didn't want to leave
Your heart yearned to stay
But the strength I always loved in you
Finally gave way
Somehow I knew you would leave me this way
Somehow I knew you could never stay
And in the early morning light
After a silent peaceful night
You took my heart away
In my dreams I can see you
I can tell you how I feel
In my dreams I can hold you
It feels so real
And I still feel the pain
I still feel your love
I still feel the pain
I still feel your love
Somehow I knew you would leave me this way
Somehow I knew you could never stay
And in the early morning light
After a peaceful night
You took my heart away
I wish you could have stayed

(Anathema)



11 Haziran 2007 Pazartesi

Delirdiğimin resmidir!


"Kendi güneşimi kendim yaptım! Artık benim de bir güneşim var!"


Deliriyor muyum ne? Ne güneşi kardeşim? Ben kimim? Kiminle konuşuyorum? Hangi güneş? O da ne? Bu da kim? Salak salak gülüyor! Aaaa!!! Ben 25 yaşındaydım en son baktığımda, bu da kim? Aman Tanrım, vücudumu uzaylılar ele geçirdi! Başka türlü olamaz! Ben böyle şeyler yapmam! 25 yaşındayım ben! Bu kim ki, güneş filan çiziyor? Kim bu dil çıkaran terbiyesiz? Bak, bak, yaşında başına bakmadan bana nanik yapıyor?


"Niye öyle diyorsun, benim güneşim çok güzel oldu!"


Bak, hala konuşuyor. Duruyor, duruyor, konuşuyor. Yok, böyle olmayacak, dövecem ben bunu! Başka türlü susmaz bu. Bunu bir yerden gözüm ısırıyor. Aynı da bana benziyor. Dur ya, alla alla! Aynı ben. Nasıl yani?
HEHEHE! EVET, ARKADAŞLAR, 2 SENE İŞ BULAMADIKTAN SONRA EVDE CAN SIKINTISINDAN GÜNEŞ ÇİZEN, BEĞENMEYİP TEKRAR VE TEKRAR VE TEKRAR ÇİZEN BİR EMBESİLE DÖNÜŞTÜM. YUKARIDAKİ DE DELİRDİĞİMİN RESMİDİR! İYİ BAKIN!

10 Haziran 2007 Pazar

Her şey sensin

Ben çok sevdim bu şarkıyı, niyeyse? :P



Koydum sevinçlerimi önüme, baktım hepsi sensin
Yazdığım şiirlerin her hecesi, üzüldüğüm tüm filmler
Yıpranmamış hayatlar büyük hüzünler bekler
Her işte bir hayır, bu işte hepsi sensin

Şimdi senden vaz mı geçmeli
Masal olup yola devam mı etmeli
Ben kalpten sorunlu aşka sorunluydum
Anladım her şey sensin

9 Haziran 2007 Cumartesi

can dostum cilt IV


Bu yazacağım şahsiyetle beraber dört ciltlik can dostlar ansiklopedisine tamamlayacağım. Zira benim can dostlarım bir elin parmaklarını geçmemekte.


Evet, azimle bizi kardeş zannetseler de hiçbir kan bağımız bulunmamakta. Sadece zihnimiz bir yerlerde buluşup, konuşuyor. Hem de hiç durmamacasına. İnsanlar bazen bizimle iletişim kurmakta zorlanmaktalar. Bu insanlara bizim en yakınlarımız da dâhil. İlker bir gün, kendi ağzıyla kabul etmişti bizimle iletişim kuramadığını. Eee, haklıydı, hiç garipsemedik biz de. Bazı zamanlarda biz de zihinlerimizle iletişimi kaybediyoruz çünkü. Bu anların canlı kanıtları da elimde. Çok zorlama beni cadı, ortaya döküveririm valla!


Yaz ayıydı tanıştığımızda. İşten dönen bir çalışandı kendisi. En önemlisi annemin arkadaşının kızıydı. Bizde arkadaşlık anneden kıza geçiyor, babadan oğla değil! Her gün aynı saatlerde işten evine dönüyordu. Ben daha ÖSS’ye girmiştim- yani yıl 2001-sonuçları bekliyordum. Doğal olarak pineklemekteydim. Aşkım doruklardaydı, hiç kimseyi gözüm görmüyordu İlker’den başka. (Gerçi tanıştığımızdan beri gözüm ondan başkasını görmüyordu ya neyse!) Hayatımın en güzel senelerinden biriydi dönüp bakınca. En sevdiğim dört can dostumu da aynı sene buldum. Ve bir daha hiç ayrılmadım. İlker’i saymıyorum, o çok daha önce hayatıma girdi. Taa, 1997’de. Aaa, yine konudan uzaklaştım. Ben burada sevgi kelebeğimi yazmaya çalışıyorum, İlker parazit yapma! Boyut farkı tabii, arada bir karışıyor.


Her neyse, gel zaman git zaman, her yerde karşıma çıkmaya başladı. Büfede oturuyorum, alışverişe gidiyorum, bakıyorum aynı zat her yerde. Sonra bizim zihinler bir oldu. Vücutlar ne yapsın, kafa nereye götürürse oraya gitmeye mahkûmlar. Beni bir akşam yemeğe çağırdı. Ben nereden bileyim, beni kötü emellerine alet edeceğini, saf saf gittim. Ne mi yaptı? İçkime ilaç koydu! Hahaha! Tabii ki, hayır. Ama öyle bir şey yaptı ki, ondan bir daha ayrılamadım. Kızım, bana büyü mü yaptın, ne yaptın alla alla!!!


Gel zaman git zaman, iyice kemikleşti arkadaşlığımız. Artık hiç birbirimizden ayrılamaz olduk. Saat sabah 5’lerde eve dönüyordum. Bizdeki bir çene ki hiç durmuyor, bir araya gelince kendini kaybediyor. Devirdiğimiz içki leşleri bizden önce teslim bayrağını çekiyordu.


Sonra yıl 2004 oldu. 5 Ağustos 2004. Hayatım durdu. İlk onu aradım. Niye bilmiyorum. Belki beni en iyi o anlar diye, o da yaralıydı, ben de. Her şey tam olacakken, sona ermişti. İkimizde de benzer yaralar vardı. Herhalde sebep bu. Bilmiyorum, aklıma ilk o geldi. Koşarak geldi. Aklım durmuştu, hiçbir şey düşünemiyordum. O da aynı durumdaydı. Benim için çok korkuyordu, her halinden belliydi. Nasıl toparlayacağımı düşünüyordu, o zaman gelecek miydi ya da acaba hiç toparlanabilecek miydim? İlker hayatımın en büyük aşkıydı, ilk aşkıydı, o bunun çok iyi biliyordu ve haklı olarak çok korkuyordu. Zor oldu ama toparladım. Ne kadar şanslıydım ki, beni çok seven bir dolu arkadaşım vardı. Bir tanesi her gün hiç üşenmeden İzmir’den telefon etti, bir tanesi her gününü benimle geçirdi, bir tanesi annesi ve kardeşiyle beraber bana evini açtı, bir tanesi ağlayarak telefon ettiğimde hiç sıkılmadan beni dinledi. O mu ne yaptı? Seferberlik ilan etti!


Sonra yıl 2005 oldu. Yaralıydı ama artık iyileşmenin zamanıydı. Yaşanacak uzun bir ömür vardı. Ve bu hayatı güzelleştirecek, yaşanır kılacak bir adam. Alınan yaralar, yürek üzüntüleri arkada bırakılmalıydı. O da öyle yaptı. Yeni bir güne uyandı.


Yıl 2006 oldu. Serin bir haziran günü, ben de onun yeni hayatına evet dedim. Ve mutlulukla objektiflere poz verdik.


Ertesi gün, onu uğurlarken içim bir garip oldu. Onu yolcu etmenin beni böyle yapacağını hiç tahmin etmemiştim. Yıllardır hiç ayrılmamıştık. Şimdi o millerce uzağa gidiyordu. O gidene kadar zor tuttum kendimi çünkü biliyordum ki ben ağlarsam, olay iyice sarpa saracaktı, zaten yeteri kadar zor bir andı. Beyaz atlı prensimiz ne yapacağını şaşırmıştı, neredeyse evlendikleri için benden özür dileyecekti. Asansöre bindiler ve gittiler. Japon çizgi kahramanları yanımda halt etmiş, kendi gözyaşımda boğulacaktım.


Evet, gelelim sadede, o miller var ya hiçbir şey ifade etmiyor. Sevgimiz öyle büyük ki, uzak da olsak kafalarımız konuşuyor. Belki birbirimizi daha az görüyoruz ama olsun! Çağ iletişim çağı ne de olsa! Ayrıca bizim kanatlarımız var!!! Hehehehe!!!

8 Haziran 2007 Cuma

And I Love Him


NASIL ZOR ŞİMDİ



Nasıl zor şimdi…

Nasıl zor şimdi tanışmak başka biriyle, yeniden kurmak o devrilen cümleleri
Anlatmak kendini ilk kez anlatır gibi, dinlemek her şeyi unutması zor olsun diye

Sevdiğin film hangisi, en sevdiğin şarkı, şiir, şair, yazar, çizer, siler, bozar zamanın silgisi
Silse yine iyi, tükenmiş bir kalem inadında kalır izi, sen boş ver, sen boş vermez beni

Nasıl zor şimdi…

Asıl şimdi zor…

1 Haziran 2007 Cuma

Böcek Yeşili Araba

"Hadi seni alim de eğlenelim yaww!" dedi mesajında. Sonra baktım, böcek yeşili bir araba kapıda duruyor. Sonra baktım, cevahir'de oturmuşum, kahve içiyorum. Kafamda yeni aldığım süzgecim, rengi pembe-eteğime uysun diye- önümde sıçrayan buz parçaları, insanlar bakıyormuş, bana ne! Tam karşımda böcek yeşili arabanın sahibi. Önünde kova gibi bir kahve. Üstündeki kremayı yalıyor. Diğer elinde sigara, habirem içip içip suratıma üflüyor. Sözde içmiyoruz sigara. İçtik alimallah! Oturdu, oturdu, konuştu, konuştu. Sıkıldı, otoparka doğru gidiyoruz. Çarpışan arabalar halt etmiş, insanlar bakıyormuş, bize ne. Yolda son ses "Nobody's wife" diye bağırıyor. Ne rahatım ya, her istediğimi yapıyorum, ben bu arabanın sahibiyle. Arka camda "Angel on Board" yazıyor. İnanmayın! Şeytan da bir melek gerçi! İnanabilirsiniz!