29 Aralık 2007 Cumartesi

HYPNOGAJA- Here Comes The Rain Again

yağmur yağsana eskisi gibi, ıslatsana bizi yeniden...

22 Aralık 2007 Cumartesi

söz vermiştin

Söz vermiştin bana, yanı başımda yaşlanmaya

Söz vermiştik bu dünyaya, ne olursak olsaydık

Kaç yıl geçti bak hala son bakışın miras bana

Saklı duruyor ne fayda, bıraksaydın solsaydık

Hangi bahane avutur bilmem hangi günahın bedeli bu

Kandırmıyor ne gündüzüm ne gecem, böyle intikam olmaz

Çok mu fazla bu sitem, ağır değil mi bu ceza

Söyle kim çok gördü seni bana, böyle yalnız kalınmaz

Paylaşılmıyor hüzün, paylaşamam yolu yok bunun

Anlatamam sözü yok bunun,

Çekilecek başa geldikçe dertler

Bi zaman bi yerde buluşuruz yolu yok bunun, kavuşuruz yolu yok bunun

Görülecek günü geldikçe...

candan erçetin-söz vermiştin

18 Aralık 2007 Salı

Teslimiyet Havası

"Hasret yakarmış…"


Sevdim mi? Sevdim galiba. Uzun zaman sonra ilk kez İlker’den başka birini düşündüm. Merak ettim. Özledim. Sesini duymak istedim. Sarılmak istedim. O beni sevdi mi? Sanmıyorum. Hatta hiç sevmedi galiba. Sevmesini de beklemedim aslında. Umurumda da değildi. Gerek duymadım düşünmeye. Bıraktım, diğer her şey gibi bunu da. Kendimi nasıl bıraktıysam. Sarsıldım. Mutsuzum şimdi. Yıllar sonra ilk defa etrafımdakilere mutsuzluğumu ifade edebiliyorum. Bu kadar zaman yılmadan nasıl devam ettiğimi merak ediyordu herkes. Ben de bilmiyorum. Çok güçlüyüm galiba. Güçlüydüm yani. Ya da öyle görünüyordum. Kendimi zorluyordum yığılmamak için. Ama olmadı. Artık daha fazla dayanamadım. Mutlu evlat, düşünceli arkadaş olmaktan usandım. Dört kolla işime sarıldım şu aralar. Ofiste yaşıyorum. Dört koca duvarın arasında, milyonlarca rakam ve ben. Yalnızım. Bu kadar zamandır hiç olmadığım kadar. Bütün sevdiklerim bir yerlere dağıldılar. Hepsi kendi hayatlarını yaşamaya gittiler. Sessizce, birer birer. Hep ben kaldım arkada. Kural bozulmadı gene. Arkalarından el sallayan ben oldum. Gözyaşı döken. Yalnız kalan.

Neden’lere sarıldım yeniden. Ya olmasaydı, ya gitmeseydi. Tekrar tekrar sorar oldum. Bu sınavdan kaldım ben. Acıyı hazmedemedim. Onsuz yaşamayı beceremedim. Hayatımda ilk defa bir sınavdan kaldım. Başarısız oldum. Çok sevdim ama, bütün suçum buydu. Kendimden çok. Uğruna canımı verebilecek kadar. Gözümü kırpmadan hem de. Hiç kimseyi dinlemedim. Körü körüne gittim. Aşıktım çünkü. Sevdikçe daha çok sevdim. Bağlandıkça bağlandım.

“Pişman mısın?” deseler, “Hayır” derim. Yine severim. Deliler gibi. Dünyayı görmeden. Aldırmadan. Ama bu sefer daha çok severim. Bütün sivriliklerimi törpüleyip severim. Bir oluruz yeniden. Tek, yek.

Onsuz burada kalmam neyin cezası hala anlayamadım. Bu kadar mutsuzluk neyin bedeli. Niye bu kadar acıyı ömrüme sığdırmak zorundayım. Anlayamadım. Anlayamayacağım. Mutsuzum. Umutsuzum. İçim boş. O kadar boş ki bir türlü ısınmıyor. Hep üşüyor. Kalbim o kadar yalnız ki kendisini sevmeyenlere düşüyor. Onu sevsinler diye. O kadar umutsuz. O kadar perişan. O kadar acınası.

Mutsuzluk sardı dört bir yanımı. Daraldıkça daralıyor. Küçüldükçe küçülüyorum. Ezildikçe eziliyorum. Bu sefer kabul ediyorum. Yenildim ben. Ellerim havada teslim oluyorum.

11 Aralık 2007 Salı

Başlıksız çünkü sonuçsuz

Soğuk. Rüzgâr var. Yağmur vuruyor sertçe camlara. Yumrukluyor camları beni uyandırmak için, uyuduğum derin uykudan. Aldırmıyorum. Kulaklarım sağır olmuş, dilim lâl. İsrafil borusunu üflemiş üflememiş umurumda değil. Bırakmışım her şeyi, dünyevi her şeyi. Yorgunluk kaplamış bütün hücrelerimi. Duygusal koma basbayağı. Silkinip dağıtmalı ama nasıl? Beynim memnun. Düşünmüyor. Beş kuruş etmeyecekleri. Kalbim de memnun. Çarpmıyor. Beş kuruş etmeyecekler için.
Uyanıp algıladığında kalbine hançerler saplanıyorsa uyu. Görüp duyduğunda üzüntüden kahroluyorsan görme, duyma. Seni bozuk para gibi harcayanlara kalbin düştüyse… Ben de cevabı bilmiyorum. Daha bulamadım. Ama nedenler yok artık, cevabı olmayan sorular sormuyorum bir bok olmayanlara. Bir şey de beklemiyorum onlardan. Çünkü biliyorum geri geleceklerini. Başka kapılarda köpek olduktan sonra. Ve o güne kadar susuyorum…

22 Kasım 2007 Perşembe

Kasım Geldi Buraya...

“Kasım geldi buraya. Kasım çok ağır geldi…” Böyle yazıyor Melike’nin blogunda. Kasım buraya da çok ağır geldi. Nedensiz, sadece öylece. İçimin karamsarlığını bir türlü dağıtamıyorum. İçimde hep fırtına bulutları dolaşıyor. Hep pusuda. Dağılmaya hiç niyetleri olmadan. Birbirlerine çarpıp çarpıp yağmurlar yağdırıyorlar. Şimşeklerin gürültüsünden hiçbir şey duyamıyorum.

Öyle bir boran ki göz gözü görmüyor. Mutluluğumu yerle bir ediyor. Fırtınam hiç dinmiyor. Derin derin bunalım soluyorum. Her nefes alıp verişimde içime doluyor. Hiç bitmiyor, oksijen gibi, her yerde. Baktığım her yerde, döndüğüm her yönde, yürüdüğüm her sokakta, başımı dayadığım her yastıkta. Onunla yaşayabiliyorum, onsuz olamıyorum. Ekmeğim, suyum, her şeyim. Yüreğimin boşlukları onunla doluyor. Hatta dolup taşıyor çok zaman. Bütün bedenimi kaplıyor. Günümün, saatlerimin, dakikalarımın bir parçası.

Yağmur yağmış, seller akmış, ıslanmışım, umurumda değil. Damlalarla beraber benim de göz yaşlarım akıyor, seller yaratıyor. Yürüdükçe yürüyorum yağmurun altında, alsın götürsün beni de beraberinde diye, götürmüyor. Hala buradayım. Mıhlanmışım buraya. Acılarımla, yürek üzüntülerimle beraber. Nefes alamıyorum.

Yaşamaktan yorulur mu insan? Yorulur. Yoruldum. Her şeye karşı hala ayakta olmaktan yoruldum. Dibe vurup vurgun yemişken hala yaşarmış gibi yapmaktan da. Yaşayamazken yaşar görünmekten de. Gülemezken güler görünmekten de. Yoruldum. Her şeyin gelip beni bulmasından da. Yeteri kadar acı yaşadığını düşünürken daha da acısıyla karşılaşmaktan da. Her gün eve dönüp geldiğimde o acının tekrar ve tekrar vurmasından da. Yorgunum. Bitmeyen bir yorgunluk benimkisi. Yürek yorgunluğu. Durup durup tekrar vuran. Hiç utanmadan, hiç acımadan, her gün yeniden. Her gözümü açışımda ve her kapayışımda. Ve bundan sadistçe bir zevk alan. Ben kırılıp dökülürken, kalbimi sevmesin, beynimi düşünmesin diye söküp atmak isterken tekrar ve tekrar vuran.

Zaman geçtikçe daha da ağırlaşıyor acılarım, yorgunluklarım. Azalacağına artarak. Yaşamı bana dar ederek. Büyüdükçe büyüyor, ezdikçe eziyor beni. Ufaldıkça ufalıyorum. Giderek kayboluyorum. Her yüzeye çıkma çabam beni daha da dibe yaklaştırıyor. Vurgun yemişim bir kere. Nokta konmuş. Sonrası tatlı bir huzur, hiç yaşamamış gibi, hiç üzülmemiş, hiç yanmamış gibi.

Kasım geldi buraya. Kasım çok ağır geldi. Bir de Ocak gelecek. Bir de Ağustos. Onlar daha da ağır gelecek…


12 Kasım 2007 Pazartesi

Yangınım Büyük


“Kimlerin gözü kaldı, kimlerin ahı tuttu,

Bir ben mi böyle sevdim, o da beni mi buldu

Aşk hem dosttur, hem düşman,

Kalbi baştan çıkarır

Hayata bağlar önce, sonra ipleri koparır

Yangınım büyük, söndürün kalbimi, bu bana fazla yük…

Geçmişin kutuları… Geçen yıllarım kutuların içinde… Fotoğraflar, yazılar, mutlu, gülen yüzler… Hepsi kutuların içinde. Bütün lise hayatım bir kutuya sığmış. 8 koca sene. Dopdolu 8 sene. En üstte bir fotoğraf. Ne kadar canlı, ne kadar gerçek. Sanki dün çekilmiş. 2002 yılına ait oysa ki. Uzun saçlarıyla aynı onu ilk görüp de aşık olduğum günkü gibi duruyor. Aynı yüz ifadesi, aynı uzaklık ama aynı yakınlık. Gözümden bir damla yaş akıyor fotoğrafın üstüne. Tam ortasına. Sevdamızın ortasına damlayan bir dolu gözyaşının yanına. Hala unutamayan kalbimden, derinlerden gelerek.

“Hayat beni unutsa da sen beni unutma.”

Unutulur mu bu kadar çok sevilen, bu kadar derinden sevilen? 8 yılımı bir kutuya sığdırsam da sevdamı kalbime sığdıramadım. Coştu, taştı, bütün dünyayı renkleriyle boyadı. Günümü, gecemi, saatleri, dakikaları, seneleri, hayatımın her anını. Her nefes alışımda içime dolarak, gittikçe büyüyerek. Her geçen dakika çoğalarak, katlanarak. Yıktın duvarlarımı, doldun damarlarıma. Kanım sen oldu aktı, kalbim senin için çarptı. Gözlerim her yerde seni aradı, kulaklarım sesini duymak için seferber oldu. 6 yıl hiç usanmadan hem de.

“Ben seni sevduğumi da dünyalara bildirdim…”

Biz birbirimize yazılmıştık. Gözlerimiz buluştu. Ellerimiz kenetlendi. Kalplerimiz bir oldu çarptı. Bir araya gelişimiz hep yangın oldu, dünyayı yaktı. Biz ise yangının tam ortasında durduk, korkmadan, meydan okuduk. İnadına sevdik. Ayrılık yoktu kitabımızda. Sildik sözlüklerden o kelimeyi. Beraber yürümeye karar verdik.

“Sanki kapıyı çalıp gireceksin içeri,

Güneşi göremez oldu gözlerim,

Ay ışığında hep seni özlerim…”

Dünya durdu. Ay ışığının altında dünya durdu. Yıldızlar bir anda söndü. Teker teker düştü hepsi, birbiri ardına.

“Ben sana doyamadım, doysun kara topraklar…”

Kalbimi söküp toprağa verdim. Sıcak bir ağustos günüydü. Her yer sıcaktan yanarken ben dondum. Kanım akmaz oldu. Aklım düşünemez. Kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu. Sadece o ve ben kaldık dünyada. Her yer onunla doldu. Baktığım her yer oydu, duyduğum her ses onundu. Her gün onun için uyandım, her gece onun için uyudum. Onu görmek, duymak, sımsıkı sarmak için. Tekrar bütün dünyayı yakmak için. Ama ben de yandım bu sefer. Yangın beni de kül etti, geçti gitti.

“Gitsen bile gözlerin benden gitmez…”

Kadere inat hala seven bir kalbim var. Hala onun için çarpan. Damarlarımda hala o akıyor. Gözlerim hala onu arıyor. Ben sildim o kelimeyi sözlüklerden. Zaman çok şeyi alıp götürse de sevdam direniyor. Yüzünü, kokusunu, sıcaklığını unutmamak için. Onsuz onu yaşamak ve daha birçok şey için…



not: Angelreich-Waiting-Deviantart

10 Kasım 2007 Cumartesi

Ölüm Cezası

“Bazen hayatta kalmak ölüm cezasıdır.” Öyle midir gerçekten? Yaşamak bir ölüm cezası mıdır? Elinde avucunda hiçbir şey kalmamış insanlar gerçekten yaşıyor mudur yoksa her gün biraz daha ölüyor mudur? Sevdiğinden ayrı yaşamak, yaşamak mıdır yoksa? Her gün deliler gibi özlerken hala hayatta olmak, aslında yaşamak mıdır? Yanından bir yıldız kaymışken geride kalmış, kurtulmuş olmak sevinilecek bir şey midir? Omzuna dayandığın arkadaşın şehit düşerken insan sevinir mi ailesine kavuşacağına? Sevinse bile suçluluktan, vicdan azabından kahrolmaz mı? Kırık bir gülümseme belirmez mi yüzünde? İçin için yanmaz mı?

İnsan kalbi toprağın altına koyulurken onunla gitmek istemez mi? İster. İstedim. Ama imkansızdı. Bana verilen bu dünyada kalıp yaşamaktı. Ne olursa olsun devam etmekti. Kayıp giden geri getiremeyeceğim bir dolu şeyin arkasından bakakalmaktı. Kaderine ağlamak ama yürümekti. Teslim olmadan emin adımlarla. İçin yanarken, yüreğin kanarken. Bırakıp gitmek istemek ama devam etmekti. Hayatın anlamı da bu değil mi zaten, ne olursa olsun yürümek. Yaşadığın her şeyden dersini alıp geçmişe gömülmeden, teslim olmadan yürümek. Bazen hayatta kalmak ölüm cezası olsa da…

28 Ekim 2007 Pazar

Özet

bazı olayların üzerine arkadaşım yolladı, bayıldım kaldım, süper bir şey...
bütün olayı özetliyor...

Hayal etmek?

hayal etmek güzel, sonu acı da olsa...

27 Ekim 2007 Cumartesi

Msn

Bir msn adresi insanı üzebilir mi? Oraya yazarken hakkında en ufak bir şey düşünmemiş, sadece yazmıştım. Aklımın ucundan geçmezdi ki bu olacaklar. Nisan ayından beri devam eden ve bir türlü bir sonuca bağlanmayan bu durum. Kendisini sevdiğime inandıramadığım, onu bırakıp gideceğimden korktuğu için hep kendisi bırakmayı tercih eden, bu uğurda üzülse de sonradan hiç vazgeçemeyeceğini ve kahrolacağını bildiği için her şeyi başlamadan silip atan bir adam ve onun için uğraşıp durmam. Hala sürüncemede duran bir hikaye. Fırtınası hiç yatışmayan. Ve bu hikayede iki karakter. Aklımı ondan alamasam da zorla kendisini düşündürtmeyen, her şeye tek başına göğüs germeye çalışan, içindeki karanlığı aydınlatmama izin vermeyen, çığlık çığlığa bağırması gerekirken susan, doğru düzgün sevilmediği için sevilmekten korkan o. Hala yılmayan ben.

Evet, bir msn adresi insanı üzer, hem de delice. Aylardır da üzüyor. Bu zamana kadar fazlasıyla üzüldüğünü düşünen ben, anladım ki hala üzülme hakkımı doldurmamışım.

“benden uzak ol istedim, düşünmekten vazgeçtim, kaçtım saklandım onun için de, kimse bulmasın istedim,

çünkü seni sevmeye, görmeye gücüm yok benim, basit bir cümleden ibaretim,

seni unutmaya çok istekliydim, beceremedim.”

21 Ekim 2007 Pazar

....

Türk Varlığına, Türk Birliğine, Milletime ve Vatanıma Karşı Silah Tutan, Tutmayı Düşünen Tüm KAFALAR KESİLECEKTİR!!!

Yas





Birer birer düşüyor, birilerinin çocukları, kocaları, babaları. Birilerinin en çok sevdikleri. Yitip gidiyorlar. Arkalarında bırakarak canlarını. Yıkarak dökerek…

17 Ekim 2007 Çarşamba

14 Ekim 2007 Pazar

Çizgi

Ne kötü bir huydur! Bir insanı bir kere sevmedim mi bir daha hiç sevemem! Kanım kaynamadı mı o insan ağzıyla kuş tutsa bir daha gözüme giremez. Üstüne bir çizgi çekerim. Hiç aldırmam bir daha da. Ve ne hikmetse her gittiğim yerde, her girdiğim çevrede böyle bir insan bulunur. Ve nedense bu insan bana hep batan bir şey yapar. Üstüne çektiğim çizgi gittikçe kalınlaşır. Artık o kişi görünmez olur benim için, ne sesini duyarım ne de onu görürüm. Sadece bir surettir benim için, gereksiz bir suret hem de.

Terk ettiğim evlere, kalplere bir daha dönmem belki de bu sebepten. Biten bitmiştir benim için. Zorlanırım terk etmekte, bir türlü bırakamam ama kapıyı kapattım mı bir daha açmam. Açamam. İçimden gelmez. Tek döndüğüm kalp İlker’di, ondan asla ayrılamadım. O da benden. İkimiz de başkalarının üstlerine çok çizgiler çektik ama birbirimize o çizgileri çekemedik. Dönüp dönüp birbirimizde bulduk huzuru, hiç usanmadan. Hiç ayrılmadık. Hiç ayrılmayız sanmamız da belki bu yüzdendi. Zaten birbirimize yazılmıştık, hiçbir silgi silemezdi bunu. Ya da biz öyle düşünüyorduk, öyle inanmıştık bir kere. Aklımıza gelmedi onun beni burada bırakıp gideceği, yapayalnız. Ama gitti. Bana da onu geçmişe gömmek düştü. Acısıyla tatlısıyla 6 yıldan sonra.
Huyum değişmedi. Çok şeyler öğrendim. Sakinleştim. Büyüdüm. 3 senede. Sevgim azalmadı, hasretim arttı. Arada bir bıçak saplanıyor derinlere. İçten içe sızlıyor kalbim. Hani bir iğne batar gibi olur ya aynı öyle.

Ben her yere onu götürüyorum beraberimde, hiç ayrılmadık aslında. Hep yanı başımda. Kimse göremese de ben görüyorum. Onun da benimle birlikte mutlu olduğunu, üzüldüğünü ya da ağladığını biliyorum. En korunaklı yerimde saklıyorum onu, kırılmasın, kimseler dokunmasın diye…

“Varsın eller gönül yarası kapanır sansın, kabuğun altında sevgili sen kanayansın…”

13 Ekim 2007 Cumartesi

13


Çamaşırları topluyorum, balkondayım. Bir şarkı mırıldanıyorum. Mutlu ve huzurlu. “13” diyor televizyon spikeri, 13. Susuyorum. Dünyadaki bütün sesler susuyor. Sadece ağıtlar yankılanıyor. Cami avlularında, evlerin bahçelerinde. Acılı annelerin, yıkılmış babaların ağıtları. Hüzünleri bütün hayatlarını kaplamış yas dolu insanların çaresiz çığlıkları. Habersiz küçük canların şaşkın bakışları. Acılarını dindirmenin hiçbir yolu yok. İçleri yanıyor, cayır cayır. Bir hiç uğruna yitip giden canlar. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” Milyonlar ağlıyor. İçlerinde olanları durduramamanın verdiği ağırlık, yüzlerinde sadece acı. Bu kaçıncı yitiren can? Kimse bilmiyor. Adsız kahramanlar yatıyor şehitliklerde. Anneler okşuyor mezar taşlarını, babalar suluyor mezarlarını. Her bayram. Hiç usanmadan. Her bayram.
Katiller mecliste. Katiller dışarıda. Ellerini, kollarını sallayarak dolaşıyor. Utanmadan demeçler veriyor. Birer birer düşüyor, birilerinin çocukları, kocaları, babaları. Birilerinin en çok sevdikleri. Yitip gidiyorlar. Arkalarında bırakarak canlarını. Yıkarak dökerek.
Kameralar burunlarının ucunda, acılarını yaşayamayan insanlar. Üzülmüş görünen yalancı haberciler. Rant sağlamaya çalışan popülist gazeteciler. Medya diye geçinen işe yaramazlar ordusu. “Acılar nasıl sömürülür?” konusunda uzman bir dolu insan. Politikacılar, milletvekilleri. Kokuşmuşluk. Buram buram. Tiksinti. Sadece tiksinti hissediyorum. Kurgu hayatlarında gerçeğe yer yok. Hep önceden yazılmış bir oyunu oynuyorlar. Mimikler, hüzünler hep sahte. Hiçbir şey gerçek değil, sadece acı gerçek. İçi yanan onlarca insan. Tek gerçek, onlar ve onların acısı. Gerisi yalan.
13 uğursuz mudur? Değilse bile artık uğursuz. O anneler, babalar, eşler, çocuklar için artık uğursuz. Bir daha duymak istemeyecekleri bir rakam. Bu bayram buruk bir bayram, hüzün dolu bir bayram. Hazana uygun. Acı dolu. Dökülen yapraklar gibi yitip giden hayatlar. Tam tamına 13 tane.
Birer birer düşüyor, birilerinin çocukları, kocaları, babaları. Birilerinin en çok sevdikleri. Yitip gidiyorlar. Arkalarında bırakarak canlarını. Yıkarak dökerek…

Şüheda göğdesi, bir baksana, dağlar, taşlar..

O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar.

Yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor;

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
not: çok acı ama artık 15.

Bodrum Bodrum




Bodrum’daydım. Tam 3 gün.
Yüzdüm, güneşlendim, dans ettim, sabahlara kadar sohbet ettim. Çok eğlendim. Dinlendim. Ruhum da dinlendi. Ne kadar yorulmuşum bu sene farkında değilmişim.







Sabahları kuş sesleriyle uyanmayı özlemişim. Daha kimse sakinliğini bozmadan denizle kucaklaşmayı da. Ve de güneşin yalnızca beni ısıtmasını. Deliler gibi korkarken bir de o kadar eğlenmeyi. Su kaydıraklarından çocuklar gibi kaymayı da. Çığlık çığlığa. Yasak bir şey yaparken yakalanmayı. Aylak aylak televizyon seyretmeyi. Güneş altında ısınıp buz gibi suya atlamayı. Sabaha kadar hiç sıkılmadan konuşacak insanları. Gülmeyi. En çok gülmeyi özlemişim. Güldüm. Uzun zaman sonra ilk defa, içimden gelerek güldüm hem de. Ve uzun zaman sonra ilk defa birinin eline dokunmak hoşuma gitti. Gözlerinin içine bakarak gülmek, konuşmak. Çocuk gibi mutlu olmasını görmek. Sakarlıklarını izlemek.







Bodrum’daydım. Tam 3 gün.
Yüzdüm, güneşlendim, dans ettim, sabahlara kadar sohbet ettim. Çok eğlendim. Dinlendim. Ruhum da dinlendi. Ne kadar yorulmuşum bu sene farkında değilmişim.

29 Eylül 2007 Cumartesi

İstanbul

"Bu İstanbul kimleri aldı kara maskesi altına…”

Bir şehre gece bu kadar yakışır, bu kadar çirkinliklerini kapatabilir. Sanki gece İstanbul için, İstanbul da gece için yaratılmış. Milyonlarca evin irili ufaklı ışıkları birer inci gibi Boğaz’ı aydınlatıyor. Yıldızlar yeryüzüne inse ancak bu kadar güzel görünebilir. Gökkuşağının renklerine bürünen köprü ancak bu kadar renkli görünebilir. İki kıtayı birleştirirken bir o kadar da ayırabilir.


Ortaköy’den Gayrettepe’ye çıkarken bir viraj var. Orada saatlerce durup İstanbul’u seyredebilirim. Böyle bütün şehir ayaklarının altında. Tam bir mükemmeliyet ve teslimiyet içinde. Sadece İstanbul ve huzur. Gecenin güzelliğine tekrar vurularak. Ve İstanbul’un. İçinde bu kadar karmaşayı ve kaosu barındırırken nasıl bu kadar huzur verdiğine hayret ederek. Arkasında bir sürü dramın olduğunu bildiğin halde hiç aldırmadan hayran hayran bakarak. Hatta gülümseyerek. Koskoca kentin günün birinde seni de yutabileceğini bilerek.


Kaçmayı hep dilediğim ama bir türlü terk edemediğim bir sevgili; İstanbul. İlker’den sonra daha da dar gelen ama bir o kadar da kendimi özgür hissettiğim büyülü kent. Boşuna değil uğruna bir sürü şiirin, şarkının yazılması. Uğruna bir sürü hayatın tüketilmesi.





Ortaokul ve lise hayatım Asya ve Avrupa arasında geçti. Ve ben her gün bu şehre bir kere daha aşık oldum. Her sabah ve her akşam. Hiç usanmadan. Her seferinde biraz daha hayran oldum. Güzelliğini ne kadar bozmaya çalışsak da hala nasıl bu kadar gizemli ve güzel olduğuna şaşırarak. Bu kadar kötülüğü içinde barındırırken nasıl hala bu kadar çekici olduğuna inanamayarak.
İstanbul’a hala her gün aşık oluyorum. Her sabah yeniden. Hep aynı virajda hayran hayran bakarak. O manzaranın dünyanın hiçbir yerinde olmadığını bilerek. Ve o sebeple bu kadar kıskanıldığımızı bilerek. Değerini hiçbir zaman tam anlamıyla bilemesek de hala bu kadar güzel ve bozulmamış kalmasına şaşırarak. Çünkü her gün bir yüzünü gösteriyor İstanbul. Bazı sabahlar sisli, bazı sabahlar güneşli, bazı sabahlar yağmurlu. Aynı insanlar gibi. Kah mutlu, kah hüzünlü. Ama hep güzel. Uğruna hayatını tüketsen de o istemedikten sonra ona sahip olamıyorsun, ne kadar uğraşırsan uğraş.


Ya kadına ya da kısrağa benzetilir İstanbul. İstanbul bir kadın gibi güzeldir, bir kısrak gibi özgürdür. Hiçbir zaman senin olmaz, olamaz. Talibi çoktur oysa ki. Ama kimseye bağlanamaz. Sen onun uğruna katil de olursun, hırsız da. Ama o aldırmaz. Dipsiz kuyularının birinde kaybolursun bir de bakmışın ki. Diğer tükenen bir dolu hayatın yanında yerini almışın, sadece bir isim olarak. Ne acı ama bir o kadar da gerçek…


“Yerle yeksan, ıslak saçlı, kem gözlü, kavim göçlerinden bu yana ağlayan ve durmadan cep kanyağı yakıcılığında ezgiler çalan, çaldıran, yakalatan adı bende gizli bir kadındı İstanbul
Şehre bi yağmur yağdı, ben ağladım…”

Yılmaz Erdoğan

28 Eylül 2007 Cuma

:):):):)

Yazıyorum, yazıyorum, merak etmeyin! :)

27 Eylül 2007 Perşembe

1000

1000'inci kişiyi sabırsızlıkla bekliyorum!!!!! :)

23 Eylül 2007 Pazar

Umut

Öyle büyük sevdim ki, bir daha hiç sevemeyecek gibi. Sanki bütün hayatımın sevgisi sanaydı. Yaşamımın her anını kaplayan senden ayrılmak kelimelerle anlatılacak bir şey değil. Hiçbir kelime, hiçbir cümle senden kopmanın acısını tam anlamıyla tarif edemiyor. Hala kalbim atsa da bütün enerjisi tükendi. Evet, bir daha sevdim ama seni sevdiğim kadar derin, büyük ve vazgeçilmez değildi. Zaten vazgeçilmez hiçbir şey yoktur. Hayatın bir yerinde uğruna her şeyini feda edebileceğin herkesten vazgeçebilirsin. Artık vazgeçebilirim. Maalesef ki öğrendim. Seninle beraber hayata başlayanlar bile seninle hayatlarını noktalamıyorlar ya da noktalayamıyorlar. Herkes yaşayacağı kadarını tamamladığında, ne kadar istemese de, arkasında kalanları ne kadar üzse de buradan ayrılıyor. Geride kalanlara da bir yerde ondan vazgeçip yaşamak düşüyor. Yaralı bereli ya da kırık.

Belki de önemli olan zamanın geldiğinde geride bıraktıkların tarafından iyi hatırlanmak. Bunun için çaba gösteriyor muyum? Hayır. Ben ne ise hep oyum, ne eksiğim var ne de fazlam. Ne ikiyüzlüyüm ne de fırsatçı. Her duruma uygun kıyafetlerim yok. İyi hatırlanır mıyım? Bilemem. Sevenim çok ama sevmeyenim. Sayılarını ben de bilmiyorum.

Burayı bırakıp giderken içimde pişmanlık olmasın istiyorum. Tertemiz ayrılayım bu sahneden. Ya da umut. Umut insanı yaşatır, yarına uyanmasını sağlar. Umut olmamalı içimde. Ancak öyle bırakıp gidilir bu hayat. Bunları o yazıları yazan insan mı söylüyor? Evet, ta kendisi. Umudum olmasa yaşayamazdım ben. Kabul etmesem de. Her gün uyanamazdım yeniden.

Çekiştiremezdim bedenimi gitmek istemediği yerlere. Yaşadım. Düşe kalka ama yaşadım. Hala da yaşıyorum. Artık daha mutlu uyanıyorum her sabah. İyileşiyorum yavaş yavaş. Artık daha huzurluyum. Zaman her şeyin ilacıdır. Doğruymuş. Acı gittikçe azalıyormuş. İlk anki kadar şiddetli vurmuyormuş bir daha. İnsan her şeye alışıyormuş, isteyerek ya da istemeyerek. Ama yaşıyormuş. Yok olup gitmek istese de yaşıyormuş. Eğer güçlüyse. Eğer hala umudu varsa. Eğer içinde pişmanlık kalsın istemiyorsa. Bitirmiyormuş hayatını. Her gün yataktan sürünerek kalksa da.

Hayat bu. Umut olmadan yaşanmıyor. Hiç pişmanlığım yok desem yalandır. En büyük pişmanlığım İlker, en büyük sevincim yine o. Bu ikilemin çözümü olmadı, olmayacak. Çözemedim, çözemeyeceğim. Artık boş verdim…

16 Eylül 2007 Pazar

Vitrin

İçime attım ne varsa
Anlamaya çalıştım herkesi
Aşkı da sevdim, kavgayı da
Anlatamadım ki
Hiç korkmadım çelişkiden
Onaylanmayan ilişkiden
Ne çoğaldım övgüden
Ne azaldım yergiden
Hiç korkmadım yasaklardan
Korunmadım tuzaklardan
Kalktım güvenli kucaklardan
Hep denedim,
Bilerek göstermedim
Kendimi sakladım görmeyi bilenlere
Vitrinimi değil fikrimi merak edenlere
Deliyim aslında Allah’ına kadar deliyim
Kalbimi vereceğim aslımı görenlere

12 Eylül 2007 Çarşamba

Gidersen Yıkılır Bu Kent

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken

Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde .


Ahmet Telli

9 Eylül 2007 Pazar

Santralİstanbul

Dün gece Santralİstanbul açıldı. Ben de bir Bilgi mezunu olarak oradaydım. Desem de yalandır. O soğukta orada bulunmamın tek nedeni arkadaşım Deniz’in aylardır verdiği uğraşların sonucunu görmekti. Başka hiçbir şey beni oraya götüremezdi. 4 yıl boyunca Bilgi’de okumam, dostlarımın çoğunu orada bulmam, evime yollanan davetiye, mail adreslerime defalarca gelen davetiyeler. Ya da gündüz yapılacak mezun buluşması. Uğrunda iğne ipliğe dönen, gecesini gündüzüne katan, artık orada yatıp kalkmaya başlayan Deniz benim için bütün bunların üstündeydi. Ben de kalkıp gittim. Tabii ki mezun buluşmasına ya da kırk uzun dakika sürecek geyik konuşmaları dinlemeye değil. Saat 9 sularında başlayacak United Visual Artists’in gösterisine. Tabii bir Türkiye klasiği olarak 9’da başlamadı. Onun yerine Ian Simmonds’ı dinledik ki o da çok güzeldi.

Ian abi müzik dinletisini sunarken biz de “Modern ve Ötesi” adlı sergiyi gezmeye çıktık. Gördüğüm aşağı yukarı bütün resim ve heykellere bön bön bakarak sanat düşmanlığımı perçinledim. Daha doğrusu modern sanat düşmanlığımı. Zaten hiçbir zaman da anlamadığım şeylerin üstüne kafa yorma zahmetine katlanmadım. Bunların içine bale ve opera da dâhil. Hoplayan kadın ve erkekler ile avazı çıktığı kadar haykıran şişman teyze ve amcalar beni bir türlü cezp edemedim. Adımımı atmadım atmam da. Bu yönümle dedeme çekmişim. Beni yukarılardan bir yerlerden görüyorsa keyifli kahkahalar attığına eminim. Her neyse ben devam edeyim.

Santralİstanbul kampusu devasa bir alan üzerine kurulmuş. İçinde sergi salonundan tutun da amfi tiyatroya kadar bir dolu şey var. Hatta kokoşların mekânı, Oto mu Otto mu çözemedim, adı her ne ise o restoran da bir şube açmış. İçerisi o saatte sarhoş olmuş bir sürü insanla doluydu. Gece gittiğim için pek bir şey göremedim. Hatta önümü zor görüyordum. Sadece özenti gençlik çarptı gözüme. Bunalım takılan, ezik, kılıksız, simsiyah giyinmiş, tarz olalım, cool olalım diye bir bok olamamış, üstleri başları pislik içindeki zavallıları genç diye tanımlarsanız tabii ki. 8 yıl boyunca gerçek bunalımı ve rockçılığı KAL’da yaşayan bir şahsiyet olarak bu çabalara sadece güldüm ve acıdım. Kendilerini Amerika’daki üniversitelerde zanneden bu alternatif kılıklı rockçı zavallılar kendilerine çimleri ve yerleri oturma alanı olarak seçmişlerdi. Her köşede öpüşüp koklaşan, çiçek çocuk olmaya çalışan “Biz farklıyız.” diye bağıran tipler gördüm. Tabii ki çok eğlendim.

Ian abiden sonra sıra United Visual Artists’e geldi. Performansları tek kelimeyle müthişti. Harika bir ışık ve ses sistemi kurulmuştu. İlker görseydi, o da hayran kalırdı. Niye derseniz, kendisi de bu işlerle haşır neşirdi. Staras’ın has elemanıydı desem daha doğru olur. Önce her şey simsiyah oldu. Sonra amfilerden gelen sesle bütün iç organlarımın titrediğini hissettim. Muhteşem müziğe lazerler de katılınca ortaya izlenmesi gereken enfes bir gösteri çıktı. Anlatılmaz yaşanır diyorum.

Gösterinin bitimiyle oradan ayrıldık. Bu kadar Bilgili olmak yeter diyorum. Hatta o kadar anti-Bilgili, o kadar KAL’lıydım ki, insanların pis pis bakışlarına durup durup güldüm.

Kampus hayırlı olsun, başka ne denir ki…


http://uva.co.uk/ (izleyin derim)(united visual artists sitesi)

8 Eylül 2007 Cumartesi

Vol.2

Susma kararım bu kez uzun sürdü. Yorgunluğum geçmek bilmedi çünkü. Kelimelerim artık konuşmak istemiyordu, daha doğrusu konuşacak halleri kalmamıştı. Hepsi bir yerlere saklanıp kalmıştı, bir türlü ortaya çıkmak istemiyorlardı. Parmaklarım bir türlü klavyeye dokunup onları rahatsız etmek istemedi.

Bugünlerde biraz daha dinlenmiş hissediyorum kendimi. Artık yaşama kaldığı yerden devam etmeliyim. Beni sevmemiş hatta hiç sevmemiş bir adam için hayatı askıya almanın bir yararı olmadığına karar verdim. Ama bu kararı almam biraz zaman aldı. Bu kararın yolunda az içki şişesi bitirmedim. Günlerim susarak geçti. Kimseleri görmek istemedim. Bedenimi zar zor kaldırıp işe gittim. Aklımı onun hakkındaki düşüncelerden sıyırmak için çok çaba harcadım.

Eski Derya olmaya bıraktığım yerden devam etmeye karar verdim. Öfkemi de yatıştırdım. İsyan bayraklarımı yine göndere çektim. "Neden?" sorusunun cevabını aramayı bıraktım. Kalbimin buzları erimişti, kendime Icewoman’lığı yakıştırmamaya başlamıştım. Ama kalbim yine buz tuttu. Duvarlarımı yeniden ördüm, kendimi korumaya aldım. Artık zaman zaman gülebiliyorum. İçten. Neşeli halimi görebiliyor insanlar. Umursamaz halim geri döndü. İnsanların hakkımdaki düşünceleri beni yine ırgalamaz oldu. Arada yüzümde beliren keder bulutlarını dağıtmaya çalışıyorum. Ne kadar istemesem de bazı zamanlar havam bulutlanıyor yine de. Susan dilim yeniden ısırmaya başladı. Isıramadığı insanları da ısırabiliyor artık. Bu sebeple çok mutluyum.

Yeniden başladım.

(Ps: "Korkma Kalbim" şarkısını kendime hediye ediyorum. "Ta ..ına Koyim" da ona gitsin. Muhahaha!)



1 Eylül 2007 Cumartesi

Bir Yolcu Daha...


Bir yolcu daha var uzaklara gidecek. Sayılı günleri kaldı buralarda. İnsanları uğurlamaktan sıkılan biri olarak bir yolcu daha görmek istemiyorum. İki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki dostlarım bir yerlere dağıldı. Aramızda hep miller var. Şimdi bir tanesi daha o kervana katılacak. Ben ise burada bir uğurlama töreni daha düzenleyeceğim. İçim sıkılarak, ezilerek, burkularak. Kabul etmek istemesem de mecbur kalarak. Gidenlerin ardından hep baktığım gibi gene bakacağım. Sessiz sedasız, öylece.
İyi yolculuklar Deniz’im, yolun açık olsun! Ben buradayım, Baykuş’da buluşuruz bir gün yine, kadehlerimizi tokuştururken, objektife gülümserken…

21 Ağustos 2007 Salı

Can Kırıkları


Ağlıyor. Kalbi sızlıyor. Yaralı. Küskün. Üzgün. Kırgın. Bu sebeple de suskun. Ve kolay yolu seçip yeniden susacak...

Yaralı

“Yüreğimde hep ağlayan bir hüzün, karaya vuran gemiler gibi, içimdeki kalp yaralı bereli.”
Yaralıyım. Üzgünüm. Kırık döküğüm. Kalbim sızlıyor. Hiçbiri bahane değil susmak için. Hiçbir zaman da olmadı. Ama konuşamıyorum. Yaşamayı reddediyorum. Kalbim çarpmaya devam etse de, gözlerim her doğan günle açılsa da bu beden sürükleniyor.


Planlarım yok artık. Hepsini çöpe attım. Kimini buruşturup, kimini yırtıp attım. Plan yapmak yarını bekleyen insanlara ait, umutları, hayalleri kurumuşlara değil. Geçmişinde boğulanlara da. Ne kadar çabalasam da geçmiş pencerelerimi kapamaya, yapamıyorum. Ne kadar perdeleri çeksem de bir ışık bir yerden mutlaka sızıyor. O kadar lanet bir ışık ki, bütün odayı geçmişimle dolduruyor. “Hayatla barışmak, bir yerden tutunmak, her şeyde sen varken, kolay mı unutmak?”

“Unutmak ne mümkün severken” Sevginden kurtulamadım bir türlü. Nereye gitsem onu da götürüyorum. Nasıl yüzünü, kokunu, sesini, seni götürüyorsam. Nasıl her güne seninle başlayıp, her gecemi seninle noktalanıyorsam.

Bu kadar çok şeyi hak etmek için ne yaptım bilmiyorum, artık düşünmekten de vazgeçtim. Ne gelse kabulümdür. Zaten olanları ve olacakları değiştirmek için elimde sihirli bir değnek yok, hiçbir zaman da olmadı.

Teker teker gönlümün yaprakları düşüyor. Bu kadar hüznü hayatıma nasıl sığdıracağım? Gözümü kapattığımda huzuru tekrar nasıl bulacağım? Dingin hayatıma nasıl geri döneceğim? Hiçbirinin cevabı yok. Cevaplarını da aramıyorum.

Derinlerdeyim. Diplerdeyim. Karanlıktayım. O kadar acıyor ki canım, ağlayamıyorum bile. Kaskatı kesildi her şeyim. “Al beni dünyadan, kalmadı sevenim.”

Kapanıyorum. Perdem yavaş yavaş iniyor. Maskemi çıkarma vakti. Gün bitti. Söz bitti...

Melike'nin bana bir paragraf borcu vardı...

“Derler ki, sert metaller eğilmez bükülmez. Demir gibileri, kolay kolay bükemezsiniz. Yamulmazlar. Dosdoğrudurlar. Ancak orta yerden hışımla kırabilirsiniz... Kırılırlar... Kırıldım. Çok kırıldım. Ve aklımda tek bir soru kaldı; tek bir soru tek bir kelimeden ibaret...
"NEDEN?""

(www.melikeerol.blogspot.com)

19 Ağustos 2007 Pazar

Derinden Derine Susmak İstiyorum

Derinden derine susmak istiyorum. Bir tarafım çığlık çığlığa bağırmak isterken. Arada sıkışıp kaldım. Kalbim yaralı. Kelimelerim suskun. Aklım karışık. Bırakıp gitmek isteyen bedenimi sürüklüyorum her gün. Çekip götürüyorum gitmek istemediği yerlere, geçmek istemediği sokaklara. Mecburum. Yaşamak için. Geçmişimin hayaletleri peşimde. Teker teker kapatsam da kapıları yüzlerine yine karşıma dikiliyorlar daha da güçlenerek. Artık yoruldum saklambaç oynamaktan.

Teslimiyet havası hâkim bugünlerde. İtiraz edemiyorum hiçbir şeye. Her şey doğru artık, herkes haklı. Olan her şey zaten olmalı. İsyankâr ruhumu kapattım, anahtarlarını attım. Ağlarken gülmeye çalışmanın tezadı içinde boğuluyorum. Ben kurtulmaya çalıştıkça derinlerden, daha da dibe batıyorum. Sarındıkça sarınıyor acılar, aktıkça akıyor gözyaşlarım. Nefret damarlarım kabarıyor. Kararıyor günlerim, gözlerim. Kapanıyor kapılarım. Susuyor kelimelerim. Öfke selleri akıyor içimden tekrar. Bir türlü iyileşememenin selleri.

Sımsıkı kapattım kendimi. Teslim olduğum güne lanet ederek. Beni teslim alana lanetler okuyarak. Ölüyorum yeniden. O da ölsün istiyorum. O kadar çok acı çeksin ki ne yaptığını anlasın. Kendinden nefret etsin, kalbini parçalasın istiyorum. Ben bir kırıldıysam, o on kırılsın, ben bir pişman olduysam, o on pişman olsun istiyorum. Bütün yanlış şıkları işaretlesin istiyorum, buhranlarında boğulsun istiyorum. Elinden tutup onu kurtaranın yarı yolda elini bırakmasını istiyorum. Çünkü biliyorum ki, o düşüş hiçbir düşüşe benzemiyor, verdiği acı hiçbir acıya benzemiyor. Yere vurduğunda hissettiklerinin hiçbir dilde karşılığı yok.

En çok da kendimden nefret ediyorum, kalbimden nefret ediyorum. Nasıl olup da değmeyecek insanlara düşüyor diye. Söküp atmak istiyorum. Kırıp dökmek istiyorum. Bir daha sevmesin istiyorum. Ancak o zaman acımayacak canım, biliyorum, ancak o zaman huzur bulacağım. Hiç sevmemiş olmayı diliyorum. En başa dönüp yeniden yaşamak, yeniden yazmak istiyorum kaderimi. Değişemeyecek şeyleri değiştirmek, açılan yaralarımı kapamak istiyorum. Tam bir insan olmak istiyorum yeniden.

Hiç büyümemiş olmayı diliyorum çok zaman. Çocuk kalmış olmayı. Büyüdükçe yalnız kalıyor insan çünkü. Daha kolay kırılıyor. Daha kolay teslim oluyor. Her şey çok daha ağır geliyor. Açılan yaralar derin oluyor. Düşünce tekrar kalkıp koşmak zor oluyor. Mutluluklar zor elde ediliyor. Gülmek zorlaşıyor. Ağlamak kolaylaşıyor, akan yaşlar bir türlü durmuyor, yanakları daha bir yakıyor.

Benim hep bir yanım yaralıydı, üç senedir kanamaktaydı. Şimdi diğer yanım da yaralı. Benim hep bir yanım ağlamaktaydı. Şimdi diğer yanım da ağlıyor. Benim hep bir yanım sızlamaktaydı. Şimdi diğer yanım da sızlıyor…

Manga-İz Bırakanlar Unutulmaz

doğru...

18 Ağustos 2007 Cumartesi

Hep Bana

“Bana, bana, hep bana, ayrılıklar hep bana, gidenlerin ardından bakakalmak hep bana”
Kanımdaki alkol oranı hakkında en ufak bir fikrim yok. Bu oran gittikçe de artmakta. Mutluyum. Gittikçe daha da mutlu oluyorum. İso geliyor aklıma. “Kafam bir milyon!” derdi. Ne demek istiyormuş anlıyorum. Haklıymış.

“Sarhoşum” dedim, “Sebep?” dendi. Sebepsiz bir sarhoşluk. Aslında sarhoşluk yanlış bir kelime. Evin yolunu buldum, kapıyı anahtarımla açtım. Hatta merdivene çıkıp dolabın tepesinden fincan bile indirdim. “Yürü be!” diye bağırdığınızı duyabiliyorum. Daha da süperi ellerimle sivrisinek avladım, hem de iki tane leşim var. “İçmeyeli çok olmuştu.” yazacaktım, sonra fark ettim ki, daha Çarşamba gecesi elimde şarap kadehi geziyordum. Onu içkiden saymıyoruz artık, o sebeple içtim sayılmaz.

Gece rakıyla başlanıp votkayla bitirilince insan daha bir güzelleşiyor. Bira ve şarap içkiden sayılmıyor. Onları listeden çıkarttım ben. Onlar açılışta, ısınma turlarında tüketiliyor. Çoğunlukla tüketilmiyor. Direk ana turlara geçiliyor.

Dün gece Taksim’deydim. Yanımda Deniz ve Ali. Deniz doğum günü çocuğuydu, Ali de Yunanya. Deniz son günlerini sayıyor, Ali de. Yine ayrılık göründü. Ben yine arkada kalanım. Bu kadar ayrılık olmaz artık. Uzun ayrılıklar bunlar, öyle hemen geçecek türden değiller. Sohbetin tam ortasında birden sustu herkes. 6 yıl geçmişti, koskoca 6 yıl. Anılar canlandı birden. Paylaşılanlar, yaşananlar. Teker teker. Derin bir sessizlik duyuldu. Biz de şaştık geçen zamana. Ayrılmadan yani uzun zaman ayrı kalmadan tam 6 yıl. Şimdi herkesin yolları ayrılıyordu. O zaman anladık, bir daha kolay kolay bir araya gelemeyeceğimizi, aslında bunların son günlerimiz olduğunu. Ne acı! Kimse itiraf edemedi. Kimse duyduğu hüznü anlatamadı. Bilsek de, derinden hissetsek de kelimeler çıkmadı ağzımızdan. Öylece sustuk. Geçiştirildi birden söz birliği yapmışçasına. Dağıldı hüzün havası. Aslında dağıldı göründü. Garipti, alışılmışlıklar geride kalacaktı, yeni kapılar açılacaktı önümüze. Bilmediğimiz, belki de daha hazır olmadığımız ama hazır göründüğümüz. Kimsenin üzülmeye niyeti yoktu belliydi. Kadehler tokuşturuldu, sohbete devam edildi. Akılların bir köşesinde ayrılık pusudaydı…

Sustum

Tam on gündür susuyorum. İçimden yazmak gelmiyor. Yani gelmiyordu. Artık konuşmaya karar verdim…

Acımı tekrar içime gömerek yaşamaya devam ediyorum. Her gün güneş yeniden doğuyor ama ben yerimde sayıyorum. İlker gideli üç koca yıl oldu. Hala her gün onunla uyanıp, her gece onunla uykuya dalıyorum. Yeniden sevebileceğimi gördüm ama, mutluyum.

Ben sevdim ama o beni sevmedi. Sevmemiş, anladım. Bunu kendime yeni itiraf edebiliyorum. Ben severken, hep onu düşünürken, aslında yanılmışım. Beni sevseydi, en çok yanımda olması gerekirken terk edip gitmezdi ya da kaçıp gitmezdi. Ama o kaçtı. Arkasına bakmadan, bir dakika bile düşünmeden kaçtı. Bugüne kadar bu kadar çok sevilmemişti, belki o yüzden kaçtı. Derinden sevilecek kadar değerli görmediği için kendini. Ya da korktu sevgiden, alışık değildi. Bilmiyorum.

Sevilmediysen hep bir yanın eksik kalıyor. İnsanlar seni ne kadar çok severlerse sevsinler sana yetmiyor. Buhranların seni asla terk etmiyor. O sevginin büyüklüğünden korkuyorsun, aslında derinlerde o sevgiden nefret ediyorsun, seni o kadar çok sevenden de. Bir türlü gereken cevabı veremiyorsun, o sevgiye karşılık veremiyorsun. Kaçmak varken savaşmıyorsun. Susup kaçıyorsun, seni seveni umursamıyorsun bile.

Hala arada onu düşünüyorum. Hala kabul edemiyorum. Beni bırakıp kaçtığına inanamıyorum. Hata yaptım biliyorum. Ondan çok şey bekledim belki de. “Ama çocuktu.” dedi Deniz, haklıydı. Korkması da bundandı, kaçması da. Ben bunu göremedim. Gördüm de kabul edemedim. Gereğinden fazla sevdim. O kadar çok sevdim ki, özgür bıraktım.

Kızmadım desem yalandır, inanmayın. Ama kime kızdığımı bilmiyorum. İsyan ede ede artık gücüm kalmadı. Bıraktım isyan etmeyi de, konuşmayı da. Susmam bundandı. Konuşacak bir şey kalmamıştı elimde yine ve yeniden. Anlatacak biri yoktu, beni seven ve düşünen. Hayaletlerimle yalnız kaldım. Bu kez sustum. Konuşmak geri getirmeyecekti gidenleri. Artık anladım ve sustum.

Bir taraf çok sevdi, diğer taraf sevemedi. Bütün hikâye buydu. Her hikâye mutlu bitmezdi. Bu da bitmedi…

Yoruldum

Konuşmaktan yoruldum, susma hakkımı kullanıyorum...
Yakında tekrar konuşmaya başlayacağım...

9 Ağustos 2007 Perşembe

No Comment

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayipmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...

Can Yücel


ps: zaten kime olduğu belli...

7 Ağustos 2007 Salı

Uyuşuk İnsan ve Yeni İşi

Sonunda bir işim oldu. Aslında yarın tam bir haftadır çalışıyor olacağım. İlk gün sıkıntıdan çatlayarak, esneyerek ve gözlerimi ovuşturarak gittiğim iş yerimde, hala çok güvenilir bir eleman olamasam da ufak tefek işler yapıp kendimi mutlu etmeye çalışıyorum.

Hobilerim arasına; “faks çekmek nasıl eğlenceli bir iş haline getirilir?” ve “rezervasyon teyitleri nasıl daha çabuk alınır?” diye iki yeni hobi eklendi. Tabii, insanların günde iki litre suyu nasıl tükettiklerini de daha iyi kavramış oldum. Zira insan sıkıntıdan kendini suya veriyor. İş yapmadan dokuz saat geçmediği için bilgisayarda renk seçimlerim ve wallpaper’larım habire değişmekte. Hatta gözler açık uyumanın da sırlarını çözmek üzereyim. Bu konuda bana yardımcı olan Fatih’e de sonsuz teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.

Gerçi ofisim Ortaköy’de olduğu için her gün bir posta deniz havası koklamaktayım ancak denizden gelen oksijenin de benim sıkıntıma çare olmadığını söylemeden geçemeyeceğim. Aksine daha çok uykumu getiriyor. Tabii 2 senedir 11.30’dan sonra uyanmaya alışmış bünyem, 8’de kendini duşun altında bulunca şoka giriyor. Bu şokun etkisiyle kendini 11 sularına kadar uyanık tutabiliyor, sonra yavaş yavaş çaptan düşmeye başlıyor. 12’e kendini zor atıyor. Öğlen yemeğinin gazıyla 15 sularına kadar tekrar diriliyor. 15’den sonrası ise malum.

Televizyonda dönen birçok reklamın benim elimden geçtiğini söylemeden geçemeyeceğim. Kendilerinin yerleştirmelerini ben yapıyorum. Tabii en çok hoşuma giden kendi fotoğrafını çeken taş ağabeyimiz. “Ben çekerim yavrum resimlerini, sen kasma kendini!” diyesim geliyor abiyi görünce. Gerçi ben kendisini reklamlara çıkmadan çok önce keşfetmiştim. Bazı zevzeklerin “şaşı bu adam!” demelerine aldırmadan dilim dışarıda fotoğraflarına bakıyordum. Şimdi de aynı şekilde reklamına bakıyorum. İnsan her reklam çıktığında kitlenip kalır mı? Kalır kardeşim!

Evet, sonunda ben de iş kadını oldum. Hahaha! Tabii kat edilecek daha çok yol var ama başlamak önemlidir. Başladım!

5 Ağustos 2007 Pazar

Bu Kalp Seni Unutur Mu?

Tam üç yıldır onsuz. Üç koskoca yıl. Kâh buruk, kâh üzgün geçen. Hep yanımda olmasını, her gece yanımda uyumasını istediğim yüreğimden ayrı.

Günlerin geceye dönmesini beklerken geçen günler, haftalar, yıllar. Dışarıda doğan güneşten haberi olmayan, hep karanlıkta yaşayan bir beden. Savaşmayı bırakmış, teslim bayrağını çoktan çekmiş bir ruh. Sevdiği yerine içki şişeleriyle uyuyan, hayatı askıda kalmış bir can. Tekrar, tekrar ayağa kalkmaya çalışan ama her seferinde yere daha hızlı vuran bir ben.
Konuşmaktan yorulmuş, susmak derdini anlatma yolu olmuş.

1095 gündür sensizim. Yanındayken bir saniye bile gözümü ayıramadığım senden tam 1095 gündür ayrıyım. Özlemin artık içimi kavuruyor. Çaresizce başvurduğum bütün kapılar yüzüme kapandı. Beni sensiz bırakan o günden nefret ediyorum. Takvimlerden silmek, o günü hiç yaşamamak istiyorum. Oynadığım rollerden sıkıldım, taktığım maskelerden tiksindim. Ben artık ben değilim. Bambaşka biri olup çıktım. Yorulmuş, usanmış, yaşamaktan vazgeçmiş biriyim. Arada bir içimde filizlenen umutlarım da daha yeşermeden kuruyup dökülüyor.

Mutsuzlukla artık arkadaş olduk, ben onsuz, o da bensiz yapamıyoruz. Nereye gitsem yanımda onu da götürüyorum, peşimden hiç ayrılmıyor. En sadık dostum. Başımı yastığa her koyduğumda, gözümü her açtığımda hep yanımda. Doğan her günle beraber daha da büyüyor, yavaş yavaş her yanımı kaplıyor.

Senin yerini kimse dolduramayacak biliyorum, seni aramaktan vazgeçmesem de. Sıcacık sarılışını bir daha bulamayacağım, biliyorum. Ya da gülen gözlerini. Bana huzur veren sesini, hiç bıkmadan akıl veren seni. Bu kadar derinden bir daha sevemeyeceğim, biliyorum. Kalbim bir daha bu kadar sevgiyle çarpmayacak. Elimden kayıp gidişini hiç unutamayacağım, biliyorum. Her sene aynı gün karalar bağlayıp o günden nefret edeceğim. Seni benden alıp götüren, bizi ayıran. Bitmeyecek bir sevdayı bitirmeye çalışan o günden. Beni bu dünyada senden, beni sevmenden mahrum bırakan. Ömrümün sonuna kadar mutlu, huzurlu, en önemlisi seninle yaşamaktan beni alıkoyan. Kalbimi parçalayıp bırakan, beni soğuk, ruhsuz bir beden haline getiren o günden nefret edeceğim, biliyorum.

Hayatımın geçen her gününü sayıyorum, her biten günden sonra mutlu oluyorum. Batan her güneş beni sana daha da yaklaştırıyor, seviniyorum. Bu boktan dünyada yaşanacak bir gün daha azalıyor.

Her günüm seninle başlayacak, her gecem seninle bitecek. Dilimden adın hiç düşmeyecek. Aklım seni, sesini, kokunu, gülüşünü unutsa da kalbim unutmayacak, biliyorum. Seni sevmekten hiç vazgeçmeyecek, biliyorum, biliyorum…


Yıllar geçse de üstünden, bu kalp seni unutur mu?
Anlamı yok tüm sözlerin, sensiz geçen gecelerin, yaşanacak senelerin
Bu kalp seni unutur mu?
Bambaşka bir halin vardı, fark etmeden beni sardı, benliğimi benden aldı
Bu kalp seni unutur mu?
Bana aşkı veren sendin sonra alıp giden sendin, yollarımız ayrı derdin
Bu kalp seni unutur mu?
Oysa düşlerim başkaydı, birdenbire yarım kaldı, yaşanacak çok şey vardı
Bu kalp seni unutur mu?
Her gün akşam yastığımda üşüyorum yokluğunda, yaşıyorum boşluğunda
Bu kalp seni unutur mu?


Karaya Vuran Gemiler Gibiyim

Üstüme yıkıldı dağ gibi bir hasret
Yaraları sarmaya, alışıp unutmaya koca bir hayat lazım, yıllar yetmez
Senin uzağında hayat çok hüzünlü
Şimdi kime yar diye sarılıyor ellerin
Gitsen bile gözlerin benden gitmez
Resimlerde hep o güzel yüzün, yüreğimde hep ağlayan bir hüzün
Karaya vuran gemiler gibi içimdeki kalp yaralı bereli
Hançer mi şu gönlüm sevdanla kanarken
Unutmak ne mümkün severken
Hayatla barışmak, bir yerden tutunmak
Her şeyde sen varken kolay mı ah unutmak…

31 Temmuz 2007 Salı

Kaçış

Ne yazacağımı bilmeden ilk defa bir yazıya başlıyorum. Yine tek başınayım. Mutlu günlerim bitti. Derinlerde hep hissediyordum yavaş yavaş tükendiklerini ama bir türlü inanmak istemiyordum. Gereğinden çok sevdim yine. Çok çabuk kalkanlarımı indirdim. Ama hayat bu, 1 saniye sonrasını bilmiyoruz. Cesaretim bundandı. Kör dalış yaptım. Yoruldum. Üzgünüm. O kadar kötü bir zamanlamaydı ki. En çok yanımda olunması gereken günlerde geldi ayrılık. Ama kızmadım. Kırılmadım. Herkesin bir seçim hakkı var, buna inandım. Hep inandım. İstemeyen kimse yanında tutulamaz, zorlanamaz kalması için. Aklım hep onda da olsa, artık bitti. Tek dileğim, mutlu olması. Hep gülmesi. Hak ediyor çünkü.
İnsanlar sebebini soruyorlar ayrılığın. Cevap veremiyorum. Sebebi olmalı mı ayrılığın, bilmiyorum. Olmasa da olur. Her şeyin sebebi yoktur ki, bunun olsun. Senden gün be gün uzaklaşan, soğuyan, donuklaşan, en önemlisi seni istemeyen biri yanında olsa ne katar sana? O aklında bitirmiştir çoktan, söyleyemese de sana bunu, itiraf edemese de.
Korkuttum sevgimle, ben bile korktum sevgimden. Hiç tahmin edemedim bu kadar sevebileceğimi, tekrar bağlanabileceğimi. Çok fazla şey bekledim aslında. Haksızlık ettim. Ama ben böyle seviyorum galiba, deliler gibi, sonunda kırılıp parçalanacağımı bilerek. Hani yapıştırdığım parçalarım vardı ya, tekrar saçıldılar ortalığa. Gücüm yok şu anda onları tekrar toplamaya. İsteğim yok. Sildim bütün resimleri, yazıları, konuşmaları. Dayanamadım yüzünü görmeye.
Ellerim titriyor bunları yazarken. Beynim zonkluyor. İçim üşüyor. Yine yanlış şıkkı işaretledim, bile bile hem de. Ayağa kalkacağım ama, yine ve yeniden. Ben boranlarla yıkılmadım, küçük bir rüzgâr bana hiçbir şey yapamaz…

29 Temmuz 2007 Pazar

24 Temmuz 2007 Salı

Manga - Bitti Rüya


Geride bir kent bıraktım, bir de sevgili,

İyice dağıtmak için biraz daha içiyorum sonra oturmuş mal gibi zırıl zırıl ağlıyorum

Gidiyorum buralardan, dönüyorum durmadan
Uyan artık, uyan, bitti rüya
Seviyorum sormadan, öpüyorum kasmadan
Dayan artık, dayan,
Bitti rüya


Mutluluk bile acı veriyor, çünkü sonu var biliyorum...


23 Temmuz 2007 Pazartesi

Kuyu

Hayatımın durduğu, dünyamın dönmeyi reddettiği o güne çok az kaldı. Üstümde hala atamadığım matem havam, zar zor döndürmeye başladığım dünyam ve ben. Geçen 3 yılda durmadan kanayan bir yara. Unutmamak için tekrar tekrar üstünden geçtiğim hatıralar. Ağlamamak için kaldırdığım resimler. Bir türlü silemediğim bir telefon numarası. Çevirmekten korktuğum bir telefon numarası daha. Her gün mezarına koşmamak için kendini zor tutan bir ben. Tekrar yaşadığımı hissettiğimde yüzüme vuran gerçekler. En çok yanımda olmasını istediğim kişinin benden köşe bucak kaçması. Çıkmaya çalıştığım kuyuma tekrar düşüşüm. En dibe vuruşum. Tekrar ve tekrar.

İçimde ağlama isteği. Alamadığım cevapların acısı. Sormaya korktuğum sorular. Beni kuyumdan çekip çıkaran, yeniden güldüren ama yolun yarısında elimi bırakan kurtarıcım ve cellâdım.

Dimdik durmaya çalışmaktan yorulan ben. Aklımın içinde dolaşıp duran düşünceler. İçimde isyanlar. Kendine ağır gelen ben. Her şeyi bırakıp gitmek isteyen bir ben daha. Gözünü kapatıp gitmek isteyen. Herkese arkasını dönmek isteyen. Yepyeni bir hayata başlamak isteyen. Tam yaptığını sanırken yanıldığını anlayan. Elindeki boş umutlarına bakakalan. Kalan tüm enerjisini tüketen. Umduğunu bir türlü bulamayan. Hiçbir zaman mutlu olamayacağından yavaş yavaş emin olan. Akıntıya kürek çekmekten bıkan. Kendini öylece sulara bırakan ben.


2 ağustosu 3 ağustosa bağlayan her gecede karalar bağlayan. Durup durup isyan eden. Söyleyecek sözleri tükenen. Sadece susmak isteyen. Sadece öylece oturmak isteyen. İçki şişelerinde kendini kaybetmek isteyen. Gitmek isteyen ben. Kendini uzaklarda kaybetmek isteyen bir ben daha.

Dışarıdaki hayat beni yine korkutuyor. Yavaş yavaş kuyuma dönüyorum. Kırılacağımı bildiğim halde hayatıma aldığım, uğruna guardlarımı indirdiğim adam benden kopuyor. Bunu durdurmak için gücüm yok, isteğim yok. Her şeyi kabullendim. Savaşmadan, karşı koymadan, hiçbir şey yapmadan. Teslim oldum. Bitti… From the life that i hate...

21 Temmuz 2007 Cumartesi

Büyük Gün; Pazar!

Yarın, önümüzdeki yılların akibetini belirleme hakkı elimizde olacak. "Ben de bu hakka sahip olmak istiyorum." diyorsanız yarın sandığın başında olun. Unutmayın, 1 oyun bile önemi var!!!

18 Temmuz 2007 Çarşamba

Öyle Ağırım ki Kendime


Öyle ağırım ki kendime, sen benden gittin gideli
Terim küs olmuş tenime, sen benden gittin gideli
Öyle bıkmışım ki kendimden, kurudum düştüm dalımdan
Sanki ruhum çıktı canımdan, sen benden gittin gideli

Bir cefam vardı bin oldu, aktı gözüm yaşı sel oldu
Yaz baharım döndü kış oldu, sen benden gittin gideli

15 Temmuz 2007 Pazar

Aldım Başımı Gidiyorum...

Ben bu hayattan, aşktan, sevdadan, aldım payımı gidiyorum...
Günahlarımla sevaplarımla, aldım başımı gidiyorum...



Sıkıntı pıtırı şeklinde oturmaktayım. Yine bir iş başvurum geri çevrildi. Alışmış olmam lazım ama bir türlü alışamadım. Her şey baş aşağı gidiyormuş gibi hissediyorum. Yokuş aşağıya 150 km ile inmek gibi bir şey. Kaza yapacağımı bile bile gazı köklemekteyim. Hiçbir şey beni durduramıyor. Dosdoğru duvara gidiyorum. Yine ve yeniden. Niyeyse hep çok mutlu olduğumda sevinçlerim elimde kuruyor. Sanki mutlu olmam istenmiyormuş, ben bu dünyaya fazlaymışım gibi. Karamsarlık damarlarım kabarıyor. Depresif ifadem geri geliyor. Her şeyin farkında olmama rağmen durdurmak için hiçbir çaba göstermiyorum. Aksine gayet memnunum. İlker’i bu aralar çok daha iyi anlıyorum. Niye karalar bağlayıp elinde içki şişeleriyle gezdiğini, gülerken bile hep bir yanının ağladığını…

Kusursuz mutluluk istemek imkânsızı istemek gibi. Ama ben kusursuz mutluluk istemiyorum, sadece mutlu olmak istiyorum. Sahip olduğum paradoksal mutluluğu geri istiyorum. Elimden kayıp giden, 3 senedir kanayıp duran, bu aralar durup durup sızlayan…

Umarsızım, çare olacağına inanarak işaretlediğim şık da yanlış çıktı. Hayat; yanlış seçimlerden çıkardığın sonuçların toplamıdır, ama benim artık yanlış yapma lüksüm yok. Yanlış sayılarım çoktan doğru sayılarımı geçti. Bundan sonra işaretleyeceğim her şık doğru olmak zorunda. Durumu eşitlemek için…

Üşümek için balkona çıktım, hala yaşadığımı hissetmek için. Soğuk bile vuramadı. O kadar hissizleşmişim. Gitmem gerek, gitmem gerek…

Özge Fışkın - Bıraktım

Özge Fışkın - Bıraktım

Evet, canım arkadaşlarım, bu şarkıyı benden yakın bir zamanda sıklıkla duyabilirsiniz. Xeyn bunu iyi anlar. "Yüzyılın Enayisi" olmaya hiç niyetim yok! Di mi Xeyn'im?

Sen hiç anlamadın, saatler kurdum sana, uyuyakaldın
Ateşkes çoktan bitti, geçti zannettin, dur daha yeni başladım

Bıraktım seni kopkoyu karanlığında
Darmaduman krallığında, her şeyi yırtıp attım, koparttım, kanattım
Sen geçmişi tekrar gördüğünde, ölmeyen her şey döndüğünde
Hatırla neler, neler yaptın da
Seni bıraktım

Kalk yerinden, dolaş biraz
İstersen onunla uzaklaş biraz
Ama acıyla, bu kez yüzleş
Belki iyi gelir, oturup ağla biraz

Bıraktım seni kopkoyu karanlığında
Darmaduman krallığında, her şeyi yırtıp attım, koparttım, kanattım
Sen, geçmişi tekrar gördüğünde, ölmeyen her şey döndüğünde
Hatırla neler, neler yaptın da
Seni bıraktım

Aldığım her nefesle savruldun, yok oldun
Asla yıkılmaz sandığın kalen de vuruldu sonunda

Bıraktım seni kopkoyu karanlığında
Darmaduman krallığında, her şeyi yırtıp attım, koparttım, kanattım
Sen geçmişi tekrar gördüğünde, ölmeyen her şey döndüğünde
Hatırla neler, neler yaptın da
Seni bıraktım

13 Temmuz 2007 Cuma

R.E.M. - Losing My Religion

Her şey bununla başladı...

Şebnem Ferah - Mayın Tarlası

En çok sevdiğimi hatırlatıyor. Hep de hatırlatacak. Seni hala çok seviyorum...

şebnem ferah bugün


Bugün resmine dokundum ben, öptüm yine, yine
Zaman ağır ol, henüz erken demek için güle, güle
Sesini özledim, özledim çok
Haberim yok durmuş dünya niye
Seninle birlikte kaybolanları arıyorum başka şeylerde
Aşk şarkısı değil bu, geldi içimden
Gülümse bir kez benim için değer duyuyorsan
Nehrim ol gel ak yine
Kelebek ol gel uç yine
Çiçeğim ol gel aç yine
Rüzgâr ol

12 Temmuz 2007 Perşembe

Elimden Hiçbir Şey Gelmiyor...

Elimden hiçbir şey gelmiyor. Öyle elim kolum bağlı, uzaktan izliyorum. Aciz kalmaktan her zaman nefret ettim. Elimdekilerin karşımdakini mutlu edememesi, üzüntülerini alıp götürememesi beni delirtti. En ihtiyaç duyulan zamanda ortak bir noktada buluşamamak… Ya mesafeler ya da saatler sebepken. İlker’e yardım edememek, onun elimden kayıp gitmesi, burada yalnız kalmak. Şimdi tekrardan uçmaya çalışırken, yine başa dönmek. Kısır bir döngünün içinde tekrar tekrar dönüp durmak. Aynı ve aynı duyguları yeniden hissetmek. Onun yaralarını iyileştirememek. İhtiyacı olan sözleri dile getirememek. İçine akan gözyaşlarını silememek. Kendimi onun üzüntülerinde kaybedememek. Tek bir hareketle her şeyi düzeltememek.

Yapamıyorum. Ne yanında olabiliyorum ne de yaralarına çare olabiliyorum. Yine isyan ediyorum. Tek yapabildiğim. Yumruklarımı sıkmış, kafamdan geçen düşünceleri susturmaya çalışıyorum. Yapabileceklerimden korkuyorum. Yapamayacaklarımdan korkuyorum. Yine kendimden korkuyorum. Kelimeler kifayetsiz kalıyor, ben bir türlü doğruyu bulamıyorum. Doğru da yok. İyileştirecek bir kelime de yok. En zoru da bunu kabul etmek. Aciz olduğumu ve elimden hiçbir şey gelmediğini. Yapabileceğim bir şey olmadığını.

İçimden taşan öfke selini durduramıyorum. Bu p.p. dünyasında şaklabanların ve motorların yaşadıklarını görüp görüp, hak edenlerin ellerindeki boş umutlara bakakalması beni deliye döndürüyor. Yok daha denilecek bir şey! Kelimeler yetmiyor, öfkemi tarif etmeye. Elimden hiçbir şey gelmiyor...

9 Temmuz 2007 Pazartesi

Yok Artık!

Yok, kardeşim, böyle yürümez bu iş! Hep bir taraf uğraşırsa sonra boku çıkar o işin! Sıkıldım, yoruldum. Hatta sinirlendim. Sevmesem, uğraşmayacağım. Bırakacağım, dönecek eski yalnız hayatına, saçma sapan bunalımlarıyla yaşayacak. Uğraşıyorum, uğraşıyorum, elimde ne var? Sizce? Hiçbir şey! Gereğinden çabuk karar verdim, balıklama atladım. Çok erkendi, düşünemedim. Yanlış sularda yüzüyorum. Boşuna. Anlamaya çalışıyorum. “Tamam, zor bir süreçte.” diyorum. Ama olmaz. Ben bu kadar boş bırakılamam. Olmaz! Bundan sonra uğraşanı... Yapacaklarımdan mesuliyet kabul etmiyorum. Deliyim, ne yapsam yeridir!

8 Temmuz 2007 Pazar

HAPPY BIRTHDAY


Canımın içi, iyi ki doğdun! Seni çok seviyorum!

6 Temmuz 2007 Cuma

Theme From Bourne Supremacy - Moby Extreme Ways

Extreme ways are back again
Extreme places I didn't know
I broke everything new again
Everything that I'd owned
I threw it out the windows, came along
Extreme ways I know, will part
The colors of my sea
Perfect color me

Extreme ways that help me
They help me out late at night
Extreme places I had gone
But never seen any light
Dirty basements, dirty noise
Dirty places coming through
Extreme worlds alone
Did you ever like it planned

I would stand in line for this
There's always room in life for this

Oh baby, oh baby
Then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
Then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
Then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
Like it always does, always does

Extreme songs have told me
They held me down every night
I didn't have much to say
I didn't give up the light
I closed my eyes and closed myself
And closed my world and never opened
Up to anything
That could get me at all

I had to close down everything
I had to close down my mind
Too many things to cover me
Too much can make me blind
I've seen so much in so many places
So many heartaches, so many faces
So many dirty things
You couldn't even believe

I would stand in line for this
It's always good in life for this

Oh baby, oh baby
Then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
Then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
Then it fell apart, it fell apart
Oh baby, oh baby
Like it always does, always does

A Celtic Tune (low-res)

İnsanın ruhuna iyi geliyor...

4 Temmuz 2007 Çarşamba

Gidemem

Kadıköy'de oturmuşuz içiyoruz. Yanımda Xeyn. Araba kullanacak ya şarap içiyor. Durmadan ısrar ediyor, en sonunda ben de içmeye başlıyorum. Şişeden. Bardaki insanların şaşkın bakışlarına aldırmadan. Garsonların tebrikleri yağıyor yağmur gibi. Kadının şişeden içeni pek bulunmuyor herhalde. "Eski sahilden kalma!" diyor Xeyn, tebrikleri kabul ederken. Yarım saat içinde küçük Çankaya mideme inmiş bulunuyor. Yalçın'ın saçmasapan yorumlarına aldırmadan iskeleye doğru yola çıkıyorum. Koşar adım vapuru yakalayıp atıyorum kendimi. Yüzüme serin serin rüzgar vuruyor. Deniz dalgalı mı dalgalı. Paramın dibiyle taksiye biniyorum. Fonda "Gidemem" çalıyor. Kimseden ne olursa olsun vazgeçmediğim geliyor aklıma, kendimi takdir ediyorum. "Hayat kısa ya!" diye söylenirken, bir yandan da şarkıya eşlik ediyorum. 15'inci seneye girerken Xeyn'in hala ilk tanıştığımız günkü gibi olduğunu, onunlayken ne kadar mutlu olduğumu, hiç sıkılmadığımızı düşünüp gülüyorum ve şükrediyorum...


Bazen daha fazladır her şey bir eşikten atlar insan
Yüzüne bakmak istemez yaşamın, o kadar azalmıştır anlamı
O zaman hemen git radyoyu aç, bir şarkı tut ya da bir kitap oku
Mutlaka iyi geliyor
Ya da balkona çık bağır bağırabildiğin kadar, zehir dışarı akmadan yürek yıkanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün, ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor

Ben bu yüzden hiç kimseden gidemem, gitmem
Unutamam acı tatlı ne varsa, hazinemdir
Acının insana kattığı değeri bilirim, küsemem
Acıdan geçmeyen şarkılarım biraz eksiktir

Bir şiirden, bir sözden, bir melodiden, bir filmden
Geçirip güzelleştirmeden can dayanmıyor
Yıldızların o ışıklı fırçası azıcık değmeden bu şahane hüzün tablosu tamamlanmıyor

Ama fazla da üzülme hayat bitiyor bir gün, ayrılıktan kaçılmıyor
Hem çok zor hem de çok kısa bir macera ömür
Ömür imtihanla geçiyor...


30 Haziran 2007 Cumartesi

Rumelihisarı






Böcek yeşili arabanın sahibi ve ben yine yollardayız. Bu defa istikamet Rumelihisarı. Elimizde biralar, oturduk köprünün altına. Hava bir sıcak sormayın. Akıllı(!) belediye, gölge yapabilecek potansiyeldeki bütün ağaçları budayarak güneşin beyninize geçmesini ve celebral bir duraklamaya sebep olmasını sağlamış. Kel kel kalmış bir dolu ağaç, kalan üç beş yaprağa göre kendinizi konumluyorsunuz ki azıcık gölge görsün beyniniz. Arada bir esiyor, bir nefes alıyorsunuz.



Herneyse, oturduk banklardan birine. Önümüzden gemiler geçiyor yavaş yavaş. Çekirdeklerle kuşları besliyoruz. İnsanlar balık tutmaya gelmiş, birer birer sallanıyor oltalar denize. Yalçın bir güvercinin peşinde. Xeyn ile ben de hayvanı oyalamaya çalışıyoruz. Sözde biz oyalayacağız, o da tutacak. Zavallı güvercinin iki ayağını misina ile birbirine bağlamışlar, havyancık yürüyemiyor. Ne kadar hastalıklı insanlar var! Maalesef güvercini yakalayamıyor. Zavallı ürkekleşmiş tabii, en küçük harekette uçup gidiyor.

(mağdur güvercin)


Klasik su savaşımızı da sahneledikten sonra evlere dağılıyoruz. Özlemişim boğazı ve fotoğraf çekmeyi...


(Perili Köşk)

27 Haziran 2007 Çarşamba

Acı

Düşünüyorum da bu kadar acı beni öldüremediyse, aksine daha da güçlü kıldıysa ben gerçekten kuvvetliyim. İnsanların çok daha küçük şeylerle hayattan, sevdiklerinden vazgeçtiklerine tanık oldum. Ölümün hiçbir şeyin çaresi olmadığını biraz geç de olsa öğrendiklerini düşünüyorum. En kolay kaçıştır ölüm, en kolay teslim olma. Her zaman köprüden önce bir son çıkış vardır, önemli olan onu kaçırmamaktır. Ben kaçırmadım.
İnsan o kadar yıkılıyor ki, gözü acısından o kadar kararıyor ki, o son çıkışı görmüyor bile, biliyorum. O acıyı dindirecek, eski huzurunu ona geri verecek bir çözüm arıyor. Yitip giden mutluluğuna yeniden kavuşmak tek dileği oluyor bir anda. İlker’in ölüm haberini aldığım anı hatırlıyorum da, o an ölsem benden mutlusu olamazdı. Yaşamak bir anda bütün önemini kaybetti. Gözüm karardı, hiçbir şey göremez oldum. “Şu an ölsem, hemen burada, ne olur ki?” diye içimden geçirdim. Arkamda kimler kalacakmış, hiç düşünmedim bile. Bir anlık bir kararın bütün bir ömrün sonu olabileceğini gördüm. Gözümün önünden geçerken bütün yaşadıklarımız, bütün paylaştıklarımız, büyük sevgimiz, ölümün hiç de zor bir karar olmadığını da gördüm. Öylece olduğum yere oturup kaldım, kıpırdayamadım. Elimde telefon, şaşkın şaşkın yuvasından düşmüş, ne yapacağını bilemeyen kuş gibi. Kalbim parçalara ayrıldı, öyle şiddetli vurdu ki gerçek. İçimdeki nefret o kadar yoğundu ki, kendimden korktum bir an. İsyan ettim var gücümle, ömrümü uğruna rahatlıkla verebileceğim, kendimden kat be kat çok sevdiğim, yanımdayken bir an olsun sarılmadan duramadığım, uzaktayken aklımı bir an olsun ayıramadığım canım gitmişti, bir daha dönmemek üzere. Bütün hayatımı beraber geçirmek istediğim tek insan beni terk etmişti. Ya yaşayıp dayanacaktım ya da onun yanına gidecektim. Ben yaşamayı seçtim çünkü biliyordum ki, o benim yaşamamı isterdi, ne olursa olsun dimdik ayakta, her türlü zorluğa göğüs gererek. Kendisi savaşçıydı, onun bıraktığı yerden ben devam etmeliydim. Umursamadan bu hayatı, dibine kadar yaşamalıydım. Kimseden çekinmeden, kendi doğrularımla en sonuna kadar. Hiçbir şey önemli değildi bu hayatta, boş kaygılar çöpe atılmalıydı. Geçmiş geçmişte kalmalıydı, onun geleceğe bir katkısı yoktu. Geçmiş acıydı çünkü, onun getireceği de acı olacaktı.
Kırılan kalbimin parçalarını topladım tek tek, yapıştırdım. Hayat onsuz ne kadar zor olsa da yaşadım. Hala da yaşıyorum. Bazen kaynayan parçalarım sızlasa da, kalbimin var olduğunu bilerek seviniyorum. İçim yanıyor bazı zamanlarda, ufak şeyler tekrar zorluyor kalbimi ama dayanıyorum. Ben savaşçıyım çünkü. O hep yanımda, yanı başımda. Hep de yanımda olacak biliyorum. Teşekkür ederim bitanem, her şey için...

Love Is Dead

Dinleyin derim, ruh halimi özetliyor...



Nothing ever goes right
Nothing really flows in my life
No one really cares if no one ever shares my care
People push by with fear in their eyes in my life
Love is dead, love is dead
The telephone rings, but no one ever thinks to speak to me
The traffic speeds by, but no one's ever stopped too late
Intelligent friends don't care in the end, believe me
Love is dead, love is dead
And plastic people with imaginary smiles
Exchanging secrets at the back of their minds
Plastic people
Plastic people
Nothing ever goes right
Nothing really flows in my life
No one really cares if this horror's inside my head
People push by with fear in their eyes in my life
Love is dead, love is dead
Love is dead, love is dead
Love is dead, love is dead
And all the lies that you've given us
And all the things things that you said
And all the lies that you've given us...
Blow like wind in my head

Brett Anderson

Insomnia

Uykusuzluğun en tepe noktasındayım. Saat 4 sularında sabah ezanı okunuyordu. Herhalde uyuduğumda saat 5 filandı. Zaten 7:30'da uyandım. O saatten beri oda oda geziyorum. Sıcaktan nereye yatsam yapışmaktayım. Her kapıyı, her pencereyi açtım. Hafifçe esiyor. 10 gibi tekrar uyumaya niyetlendim ama yukarı kattan gelen matkap gürültüsü bunun da içine limon sıktı. Şimdi uykusuzluktan yanan gözlerimle oturuyorum. Kafamda inceden bir ağrı, sanırım migrenim "Geliyorum!" diyor. Çok özlemiştim kendisini. Bayağıca zamandır buluşamamıştık! Aynaya bakmaktan korkuyorum, kendimden korkabilirim! Xeyn'in kapatıcıları bile fayda etmeyecek bu defa gözümün altındaki morlukları kapatmaya. Dün gece sıkıntıdan babamın makinesiyle saçlarımı 3 numaraya vuracaktım, ramak kalmıştı. Annem deli çığlıklar atınca vazgeçtim. "Kel gibi dolaştırmam kızımı!" gibilerinden bir şeyler geveleyip duruyordu, çığlık atmadığı zamanlarda. Baktım saçımın yerine kafamı keseceğim, bıraktım elimden makineyi. Saçımla uğraşmaya başladıysam bana yine geliyorlar demektir. İşiniz var sevgili arkadaşlarım, haberiniz olsun!

26 Haziran 2007 Salı

Demek Ki...


Aslında kendimi bayağıca iyileşmiş hissediyordum, ama iyileşmemişim, anladım. En ufak bir sorunda tekrar yoruluyorum. Paramparça oluyor her şey. Toplayamadığım binlerce parça ve ben. Başım ellerimin içinde öylece oturuyorum, açık pencerenin önünde. Arkada telefon çalıyormuş, dünya batıyormuş, umurumda değil. Tek ben varım dünyada, yapayalnız yeniden. Unutuyorum etrafımdakileri, siliniyor bütün hafızam. İçine düştüğüm dipsiz kuyum ve ben, elimde sadık dostum. Bölük pörçük anılar. Teslim olmayan son küçük parçalar. Tekrar ve tekrar meydana çıkıyorlar. Ne kadar uğraşsam da bir türlü silemediğim.
Aslında kendimi bayağıca mutlu hissediyordum, ama değilmişim, anladım. Ufak pürüzler beni kolayca üzebiliyor. Mutsuzluk ve ben yeniden dost olabiliyoruz, hiç ayrılmamış gibi. Etrafıma ördüğüm duvarlar yine yükseliyor. Aslında tek tek sökmeye başlamıştım tuğlaları, indirmeye başlamıştım guardlarımı. Şimdi en baştan örüyorum çepeçevre etrafıma, söktüğüm parçaları. Kapanıyor kapılarım. Bırakıyoruz insanları dışarıda, hiç üzülmeden, insan geçirmez duvarlarım ve ben. Kapanıyor dünya gözüm açılırken hayal gözüm.
Aslında kendimi bayağıca güçlü hissediyordum, ama değilmişim, anladım. Küçücük dertler beni yıkabiliyor . Eski dostum yavaşça süzülebiliyor yanıma, zaten hiç gitmemiş gibi. Unutmaya başladığım acılarım yeniden sızlamaya başlıyor. Yaralarım yavaş yavaş yeniden kanıyor. Ağlıyorum derinden. Aslında kapanmaya başlamıştı yaralarım, unutulmaya yüz tutmuştu acılarım. Gözyaşlarım soğumuştu. Şimdi gözyaşlarım sıcak yeniden, yakarak yanaklarımı süzülüyorlar.
Yine yoruldum çabucak, yine üzüldüm çabucak, yine pes ettim çabucak! Demek ki yeteri kadar iyileşememişim, yeteri kadar mutlu olamamışım, yeteri kadar güçlenememişim. Demek ki...

25 Haziran 2007 Pazartesi

Sıcak, çok sıcak, daha da sıcak olacak!

Melike kardeş, İzmirli olduğundan sıcağı pek bir sever. Ancak kendisinin de belirttiği üzere artık sıcak sevilecek bir halde değil. Şu an İstanbul’un tepelerinden birinde oturuyor olmama rağmen, dışarısı yanmakta. Bütün pencereler açık ancak rüzgâr namına pek de bir şey esmiyor. “Evet, sevgili Melikeciğim, hava sizin oralarda nasıl?” diye sormaktan kendimi alamıyorum nedense!

Aslında bugün Şile’ye gitme planlarımız vardı, sadece plan olarak kaldılar. Xeyn bile yerinden kıpırdamak istemiyorsa hava gerçekten sıcak demektir. Neredeyse bütün günümü duş altında geçirdim diyebilirim. Geceleri uyuyamadığım için sabah 6 sıralarında ayakta oluyorum. Bana katılmak isterseniz beklerim. Bir telefon kâfidir. Ancak yeni bir uyuma tekniği geliştirdim, sıcak insanlara neler yaptırıyor! Nerede bir taş zemin görürsem, pikemi ve yastığımı kapıp oraya koşuyorum. Yeni mekânım; eskiden balkon olan, taşınırken salona dâhil ettiğimiz ex-balkonumuzun zemini. Boylu boyunca serdiğim pikem ve ben, azcık da olsa burada rahat edebiliyoruz. Açıyorum karşılıklı pencereleri, günlük 3 saatlik uykumu burada uyuyorum. 11’e kadar uyuma lüksüm resmen bitmiştir, hepinizi duyurulur! Sevinç çığlıkları duyuyorum dalga dalga!

23 Haziran 2007 Cumartesi

TALAŞ GÜNÜ


Bugün KAL’ın talaş günüydü. 2001 mezunu olan ben, geçen 6 yıl boyunca kapısından içeri adımımı atmadım. Xeyn, artık bunun sona ermesi gerektiği ve bu sene gerekirse saçımdan sürükleyerek götüreceği yönünde tehditlerini savurduktan sonra ben de sağlığım açısından bu mühim güne katılma kararı aldım. Oysa sabah-yani 12:10 sıralarında-kafamın yerinde tonlarca ağırlık sallanmaktaydı ve her yerim ağrımaktaydı. Hatta akşam Oğuz’la hırlaşmış olmamızın da bu durumda katkısı büyüktü. Dışarısı kavrulmaktaydı ve rüzgâr namına hiçbir şey yoktu. Zaten 12:10’da da Xeyn’in telefonuyla uyandım. Mırın kırın ettim ama karşıdan gelen ses gayet tehditkârdı. Kafamı kucağıma alarak evden ayrıldım. Daha kapıdan adımımı attığımda yüzüme bir sıcaklık çarptı. Günün nasıl geçeceği belliydi. Ama kararlıydım, yoluma devam ettim. Ne de olsa işin ucunda, sağlığım vardı. Kendimi zar zor vapura attım. Fark ettim ki, vapura binmeyeli bayağıca zaman olmuş. Elimde fotoğraf makinem, kulağımda müziğim -kardeşim ne kadar damar parça varsa yüklemişim!- böyle serin serin deniz havası eşliğinde keyif yaptım. Ama bu keyif kısa sürdü. Yolculuk bitti, serin deniz havası da. Kadıköy Meydanı bütün sıcaklığıyla “Hoş geldin!” dedi. Şöyle dedim bir soğuk su alayım ama ne mümkün, sular bile kaynakta. Telefona sarılıp Xeyn’i aradım. Xeyn her zamanki gibi Güğüm’de içmekteydi. Eniştemiz bizi ışıklardan alarak Güğüm’e kadar eşlik etti. Azcık orada takılıp okula doğru yola koyulduk. Trafik kilitlenmişti. Niye diye soracak olursanız, şöyle açıklayayım: Bizim dönem 256 kişiydi. Sadece bizim dönem. Ben mezun olurken okulun nüfusu, tam tamına 2016’ydı, yani kasabayı aratmayacak derecede yüksekti. Buyurun buradan yakın!






Herkes Sakız Gıda’nın önüne mevzilenmiş içmekteydi. Zaten bizim okuldan ya ayyaş ya da ayyaş çıkar. Baktım ki, genel durum hiç değişmemiş. Kadro yine sıkı içici! Tek fark, olgunlaşmışlar. 6 sene insanı nasıl da değiştiriyor. İnsanlara bakınca aklıma yıllıktaki fotoğrafları geldi. Çocukmuşuz ya! Şimdi hepsinin yüzünde olgunluk. Dikkatle inceledim herkesi tek tek. Bir ben, bir de Xeyn hiç değişmemiş, çok şaşırdım. Allah’ın bir lütfü bize bu. Ne zekâmız ne de yüzümüz! Hehehe!
Meşhur su savaşımızı da yaptıktan ve sırılsıklam olduktan sonra -tişörtüm içimi göstermiyormuş, görmüş olduk- saat 6 sularında artık eve dönme vaktinin geldiğine kanaat getirdik. Pek de serin olmayan bir vapur yolculuğundan sonra kendimi taksiye attım ve doğru büfeye geldim. Baktım buz gibi sular bana bakmakta, hemen bir tanesine sarıldım. Şimdi de evde yarı baygın bir şekilde yayılmaktayım, karşımda KAL’ın ellinci yılına özel yapılmış bira bardağı ve içinde buz gibi suyumla birlikte. Sıcak kardeşim, hala çok sıcak!!!!!!



21 Haziran 2007 Perşembe

Yunan Müziği




Bu Yunanyalılar işini biliyor. Adamlar öyle müzik yapıyorlar ki, içmeyip de ne yapacaksın dinlerken? İnsanın aklında içmek yoksa bile bu müziği dinlerken aklına geliyor. İçimden şimdi Boğaz’ın kenarında demlenmek geliyor. Önümde mezeler, buz gibi sek rakı, yanımda canlarım. Koyu bir sohbet, her zamanki gibi. Eski günleri anarak. Tokuşturulan kadehler, atılan kahkahalar. Serin serin yüzümüzü yalayan Boğaz rüzgarı, arkadaşlığın verdiği sıcaklık. Özlemişim okul günlerini, anladım. İçim kayıyor geçirdiğimiz dolu dolu günlere. Dağıldık hepimiz bir yerlere. Kimimiz şehir değiştirdik, kimimiz ülke. Kalplerimiz ortak bir noktada buluşsa da, insan ister istemez derinden hissediyor yokluklarını. Yetmiyor kırk yılda bir buluşmak, dertleşmek, kadeh tokuşturmak. Tüketilmiyor konuşarak biriken onca hasret. Sığdırılmıyor azıcık zamana biriken dertler. Kilometreler engel olmasa da arkadaşlığa, dostluğa, dindiremese de birbiri için çarpan yüreklerin sesini; yine de yoruyor insanı, büyütüyor kocaman hasretler.

20 Haziran 2007 Çarşamba

Demirciköy Belgeseli




“Demirciköy ve Biz” diye bir yazı bu. Efendim, durmaksızın günlerdir Demirciköy yollarındayız, böcek yeşili arabanın sahibi ve ben. Sevdik midir nedir? Sanırım sevdik. Yoksa tek gidişte neredeyse 30 km çeken bir yol hakikaten çekilmez.


İlk defa geçen hafta gittik. Camlar tamamen açık, tatil kaseti tam ses ve kafa sallayan iki tip. İlk manzara böyleydi. Yolu bulabileceğim konusunda bana güveniliyordu ama iki kez kaybolduk. İlk seferinde Zekeriyaköy semalarında, ikinci seferinde Demirciköy semalarında. İlk sefer kayboluşumuz kısa oldu. İkinci seferinde bir koyuncu amca tarafından kurtarıldık. Tabii önümüze çıkan bir de inek vardı. Tam yolun ortasında sakin sakin evine dönüyordu hayvancık, rahatını bozduk. Çarpsaydık olacakları düşündük ama sonra vazgeçtik. Zira altımızdaki bir at sineği kadar kalıyordu haşmetli ineğin yanında. Kaportada bir sinek nasıl durursa bizim araba da ineğin üstünde öyle duracaktı. Evet, tekrar yola koyulduk ve meşhur siteyi bulduk. Ama kaybolmamız daha bitmemişti. Kulübedeki amca sakince bir kroki üzerinden bize yolu tarif etti. İki saf saf bakan kafa tabii bu krokiden bir şey anlamadı. “O krokiyi bize vereceksiniz, di mi?” diye noktaladı boş bakışlarımızı zat-ı Xeyn. Kulübedeki amca sakince uzattı. Co-pilot olan ben, elimde krokiden bir şey anlamadan ve tavukkarası gözlerimle tam anlamıyla göremeden ( geceleri göremiyorum da, defo çok defo!) abuk sabuk sokak adlarından akla en yatkın olanları takip ederek havuza kadar Xeyn’i getirdim. Ama yine kaybolduk. 2 demiştim, demek ki 3 kere kaybolmuşuz. Sitenin içinde kaybolan iki avanak olarak tekrar telefonlara sarıldık ve Barış çoban misali bizi kurtardı. Tam tamına 2 saatlik yolculuktan sonra evin önünde park ettik. Sağlam motormuş valla, teklemeden o kadar saat gittik, Xeyn’in bu kadar yıldır hoyratça kullanmalarına rağmen. Şaka! Kendisi iyi bir pilottur! Hahaha! Hatta geçenlerde geri geri manevra yaparken, neyse bunu sonra anlatırım. Nerde kalmıştım? Evet, bir süre de evin bahçesinde takıldık. Uçuşan garip börtü böceği saymaksak huzur dolu bir mekan. Ancak dediğim gibi ne olduğu belirsiz bir dolu garip hayvancık uçuşmakta. Birkaç kez onlar tarafından sokulup oram buram şiştikten ve kızardıktan sonra eve dönüş yolu başladı. İçiniz viraj kaldırmıyorsa gitmeyin derim. Ya da torbalarınız hazır olsun!



Bu ilk gidiş bizi kesmedi. İneğe aşkımız kabardı ve yine yollara düştük. Gidişteki manzarayı anlatmıyorum, sallanan iki kafa desem anlarsınız. Bu kez kaybolmadık ama. Ve tabii ki ineğimiz ordaydı. “Jandarmanın ineği bu. Semirince kesip yiyecekler!” diye buyurdu zat-ı Xeyn. Psikopat bir insan olmasa benim yanımda ne iş var zaten değil mi ama? Tatlı ineğimizle bakıştıktan sonra, yine kaybolmadan havuzu bulduk. Resimden de anlayacağınız gibi tembelliğe devam. Zaten 2 senedir aynı ayaklara bakıyorum, evin kanepelerinde. Sıcak filan bize koymaz kardeşim. Çekirdeğimi çitleye çitleye öyle otururum. Öyle de oturdum.

Ve en son dün gittik. Elimde biram, ayağım ön konsolda, kulağımız çalan müzikte, değil; yaptığımız dedikoduda. Dedikodu yapınca yol insana koymuyor. Bir de içince. İçmek güzel zaten. Her neyse, jandarma arabası görünce şöyle bir nida yükseliyordu zat-ı Xeyn’den: “Aşağı!” Ben içe içe, o baka baka sosyal tesisleri bulduk. Kaybolmadık! Sonra erkeklerin engin zeka birikimlerini izledik. Canınız eğlenmek isterse erkeklerin pinpon maçını izleyin, hiç sıkılmazsınız. Sonra havuza girmeye gittiler. Eğlencelik istiyorsanız çekirdeğinizi alın ve izlemeye koyulun. Xeyn havuza atılma korkusuyla elinde sigarası olan biteni yukarıdan izledi, tabii ben de. Zaten yukarıdan izleyince böyle film izler gibi oluyor. Alacaksın patlamış mısırları ve çekirdekleri, gelsin biralar, gitsin boş şişeler. Bir yarım saat kadar havuz sefalarını izledikten sonra kaptık çantaları ve mekanı terk ettik.

Güneş bütün güzelliğiyle batarken, tatil dönüşüymüş gibi bir dinginlik çöktü üzerimize. Yavaş yavaş kıvrılarak virajları, geçtik orman yolunu. Güneş battığında evdeydim. Ruhum dinlendi daha ne diyeyim…