28 Nisan 2007 Cumartesi

kıskançççççççç!!!!!


Hayatım boyunca kıskançlık duygusundan nefret ettim. Hiç kimseyi kıskanmadım. İnsanların beni kıskanmasındansa korktum. 25 yaşıma girmeye günler kala içimdeki kıskançlık karşıtı duygular iyice depreşti. Büyüdükçe duyguları daha derinden hissetmeye başlıyor galiba insan. Birini kıskanmayı hiçbir zaman anlamadım ve bu yaşımdan sonra da anlayacağımı düşünmüyorum. Hatta devamlı gözleri telefonda, sevgilisini kontrol etme ihtiyacı duyan insanların acil psikolojik yardıma tabi tutulmaları gerektiği konusunda uç fikirlere sahibim. Çünkü bu durum benim için bir saplantı, yoğun bir güven eksikliği, hastalıklı bir durumdur. Karşımdaki insanın beni dinlerken bir yandan da sevgilisinden rapor alması beni delirtir. İçimden söylenir dururum, hatta çok zaman dışımdan da söylendiğim olmuştur. “Ben yokken düşün sevgilini kardeşim, ben burada eşekbaşı mıyım, bir şey anlatıyoruz değil mi?” diye aklımdan buna benzer yüzlerce düşünce geçer ve sonunda keyfim kaçar. Oflayıp, pöfler ve kalkar giderim. Yapmışımdır, bundan sonra da yapacağımdır. Hele kıskanılmak beni hem korkutur hem de deli eder. Eğer bunu yapan sevgilimse, akıl sağlığı pek yerinde değildir ve acilen terk edilmesi gerekmektedir. Bu duygunun sebebi belki de kontrol altında tutulmaktan nefret etmemdir kim bilir. Zaten bana güvenmiyorsa ya da ben ona güvenmiyorsam birbirimizle ne işimiz var? Ayrı kapılara yol almak bu durumdaki en akıllıca durumdur. İş fazla uzatmadan bitirilmelidir. Ama bunu yapan arkadaşım veya tanıdığımsa iş değişir. İşte o zaman korkarım çünkü aynı kulvarda yarışmak gibi bir durum söz konusuysa sırtınızı kollamak zorundasınız demektir. Hem dikkatli olayım hem de rekabet edeyim diyorsanız o işten ne verim alabilirsiniz söyleyin bana. Bu durum beni ölesiye korkutmuştur ve korkutmaya devam etmektedir. O yüzden bir insanın benim dostum olduğunu rekabet ettiğimde anlarım. Eğer bana destek oluyorsa korkulacak bir şey yoktur ama sezdirmeden yoluma taş koymaya çalışıyorsa hemen bütün ilişkimi keserim.
Aynı durum insanların parası için de geçerlidir. Paranın zaten gökten yağdığını düşünen ufak beyinli insanlar her zaman beni çıldırtmıştır. Parası olan insanların birçoğu onu çalışarak kazanmaktadır ve her şeyin tepetaklak olmayacağı hiçbir zaman garanti değildir. Ama kendi acizliklerini ve ezikliklerini bastıramayan bu ufak beyinli para düşmanları, o paranın bitmeyeceğini geveleyip durur ve içten içe derin bir kıskançlıkla yanarlar. Gerçi bilirim ki, aynı para onlarda olsa en ağır emperyalist kendileri olacaktır ve o beğenmedikleri insanların yaşantısını on kere ceplerinden çıkaracaklardır. İşte bu durum bende yoğun bir acıma ve tiksinti yaratır. Bir daha o insanı görmek, sesini dahi duymak istemem. Çünkü bilirim ki, gördüğüm ilk yerde dilim kendini kaybederek çeşitli çılgınlıklar yapabilir. Sonra mesuliyet kabul edemem. Dilim benden ayrı yaşayan bir organdır ve beynimle garip bir bağlantı içindedir ancak beynim onu koordine edememektedir. Dilim kendi başına yaşar ve çok kötü ısırır. Sıdkımın sıyrıldığı insanlar bu durumu çok iyi bilirler, zira onları çoğu kez ısırmıştır. Etrafımda dolanmaya devam ederlerse daha çok kez ısıracağını da bilmektedirler.
Uzun lafın kısası, kıskançlık yedi ölümcül günahın bir tanesidir. Cezası ise cehennemde dondurucu suya sokulmaktır.
Çoğu uzman normal kıskançlığın evlilikleri dahi kurtarabileceğini savunmakta, aşırı kıskançlığın ise patolojik bir durum olduğunu ve acil tedavi edilmesini söylemektedir. Ben her iki tipine de uzak duran bir tipim ama siz bana bakmayın! Kıskanın gitsin kardeşim! : )


ps: resim DA'dan alınmıştır ve Elestrial'a aittir.

26 Nisan 2007 Perşembe

su akar, deli bakar2

ruh halime en uygun yazı budur işte:

İyi günler, Akıl ve Sinir Hastalıklari Hastanesini aradığınız için teşekkürler...for english please dial something else..
-Eğer takıntılarınız varsa, devamlı olarak 1'e basın..
-Eğer çok kişilikli iseniz 2, 3 ve 4 e basın..
-Eğer travma sonrası sinir bozukluğundan şikayetçiyseniz, 5'e basın ama çooook yaaavaaaaş ve diiikkaaaaatliiiiiiiceeeee...
-Eğer ikilemlerden şikayetçiyseniz, 6'ya basın. Şimdi 9'a basın, şimdi 6'ya basın ve şimdi 9'a basın..
-Eğer gaipten sesler duyuyorsanız 7'ye basın, telefonunuz ana gemiye yönlendirilecektir..
-Eğer kısa süreli hafıza kaybından şikayetçiyseniz, 8 e basın, 8'e basın, 8'e basın, 8'e basın, 8'e basın, 8'e basın, 8'e basın, 8'e basın, 8'e basın..
-Eğer şizofreni şikayetiniz varsa dikkatlice dinleyin. Kısık bir ses size hangi numaraya basmanız gerektiğini söyleyecektir..
-Eğer sinir bozukluğundan şikayetçiyseniz, müşteri temsilcisi cevap verene kadar yıldız tuşuna basarak oyalanın..
-Eğer Uyuşturucu ya da Alkol bağımlısıysanız, birinden sizin yerinize diez tuşuna basmasını rica edin..
-Eğer depresyondan şikayetçiyseniz, tuşa basmaya zahmet etmeyin size zaten kimse yardım edemez..
-Eğer Paranoyaksanız, hiçbir tuşa basmanıza gerek yok... Kim olduğunuzu, ne istediğinizi ve size nasıl ulaşabileceğimizi biliyoruz..
-Eğer Aşağılık kompleksiniz varsa, lütfen telefonu kapatın çünkü tüm operatörlerimiz şu an meşgul ve hiçbiri size zaman ayıramaz..

can dostum cilt II



(hala seni yazarken zorlanıyorum!)


Yıl 1993. KAL’a ilk adım atışım. Üzerimde bir daha hiç takmadığım kravatım ve hiç giymediğim yeleğim. Nereden bileyim, bizim okulun bu kadar sıra dışı olduğunu, daha çocuğum ve gözüm açılmamış. Olağanüstü bir heyecan her yerimi sarmış. Gözüm okulun bahçesindeki insan yığınına takılıyor. Tam 2000 ve küsur kişi. Devamlı kıpraşan ve durmadan konuşan bir dolu insan. Hocalar istedikleri kadar bağırsın aldıran yok. Sonra isimler okunmaya başlıyor ve sonlarda ismimi duyuyorum. A sınıfındayım. Korka korka ama bir yandan da sevine sevine sınıfımı buluyorum. Gözüme bir sıra kestirip oturuyorum. Etrafıma bakınıyorum, 8 yıl beraber olacağım insanlara. Sonra önlerden bir kahkaha geliyor. Ama öyle sakin bir kahkaha değil, birisi çılgınlar gibi gülüyor. Sarı kafalı bir şey. Ela mı yeşil mi anlayamadığım gözleri var. (Gerçi sonunda yeşili fazla elaya karar kıldık ama.) Devamlı konuşuyor. İçimden diyorum ki “Bu ne çene, bu ne ses, bu ne gülüş!” Sonra göz göze geliyoruz. Deli deliyi çeker ya, bu deli de beni çekiyor. Nasıl bir çekim gücüdür! 6 yıl hep beraber oturuyoruz. Bu deli benim sıra arkadaşım oluyor. Kah defterlerimi sıradan atıyor, kah insanların kafasına salata fırlatıyor. Çok deli tanıdığınızı düşünebilirsiniz ama böylesi çok azdır. Ve ben ne hikmetse, bu nadir bulunan deli türlerinden bir çoğunu hayatıma dahil etmişimdir. Hala da etmeye devam ediyorum. Her neyse, şimdi burada anlattığım şahsiyet tam tamına 14 senedir hayatımdadır. Evet Xeyn, geçen gün Yalçın’a da söylediğin gibi, ben senin her şeyine alıştım. Şimdi bunları insanlara da anlatmaya karar verdim. Bakalım onlar ne düşünecekler.
14 yıl. Nasıl mı geçti? Acıyla, hem de derinden acıyla. Mutlulukla, hem de derinden mutlulukla. Kahkahalarla, hem de çılgın kahkahalarla. Hıçkırıklarla, hem de kulakları yırtan hıçkırıklarla.
Yoğun bakımın kapısından zorla içeri bakmaya çalışırken yanımda o duruyordu. Boyum yetmediği için kapıdaki yuvarlağa, zıplayıp abanıp içeriyi görmeye çalışıyordum. O yanımda, elinde çiçek sakin sakin sırtımı sıvazlayıp “Üzülme, her şey geçecek. Merak etme.” diyordu.
Sonra her şey değil ama çoğu şey iyileşti. O hayatımı durduran gün geldi. Caminin avlusunda yanımda ağlayan da oydu. “Merak etme, o çok güzel bir yerde, bizi izliyor. Büyük olasılıkla da halimize çok gülüyor. Üzülme, her şey geçecek.” Bütün bir yazını beni gezdirerek geçirdi. Kafam dağılsın, tekrar nefes alabileyim diye. Hiç bıkmadan, usanmadan yanımda yer aldı. Canım istedi Boğaz’a götürdü. Canım istedi Profilo’ya götürdü. Canım her yandığında sıkılmadan beni iyileştirmeye çalıştı. Hala da her derdim olduğunda tam yanı başımda onu buluyorum. Daha geçen gün Taksim’de kıtlıktan çıkmış gibi içip saçmalarken de yanımdaydı. Bütün zırvalamalarımı pür dikkatle dinledi. İçindeki garip şefkat bu zamanlarda hep ortaya çıkar ve bu özelliğini görebildiğim için son derece şanslı bir insanım. Yeter bu kadar hüzün! Biz doyasıya gülmek kısmına geçelim.


Sahne 1: Saat sabahın 5’i. Sabaha kadar konuşmuşuz. Uykuya daldık. Odada bir ses. “Kalk kafurun, namaza duralım!” Dışarıda itler ulumakta, ben yatakta gülmekten kırılmaktayım. Gülerim, ağlanacak halime. Ne akla hizmet, bu insanı evine çağırırsın, sonra birde yetmezmiş gibi odanda yatırırsın. Kaşınmışım değil mi?
Sahne 2: 31/12/1999. Ben İlker’e olan aşkımdan ölmekteyim. O elinde içkiler kapıya dayandı. Annemler itinayla yollandı. Milenyuma giriyoruz ya dibine kadar içilmeli. Dibine kadar da içtik, sonunda kafamız kuru pastaların içinde sızdık. En son hatırladığım telefonda İlker’e “Ben sana deliler gibi aşığım!” diye bağırdığımdı.
Sahne3: Yıl 2000. Özel ders alıyoruz. Yine beraber. Kurtulamadım ya. Karşımda oturuyor. Kulak, burun deliklerinden ve ağzından kalemler sarkıyor. Ders mi? Fonksiyonlar. Kim takar fonksiyonları? Bunu görüp de o dersten ne hayır görülür? Görülmez tabii. “Bu bir fonksiyon değildir!” diye bağıra dursun zavallı hoca, ben dağılmışımdır artık. O macera da orada biter.
Sahne 4: Aynı yıl. En ön sırada zavallı ben coğrafya dersini dinlemeye çalışmaktayım. Yanımda yine bu. Sakin sakin not alıyorum. Bir bakıyorum defter yok. Defter nerede? Yerde yatıyor. Manyak, gülüyor. Kalkıyorum, defteri alıyorum. Tam yerleşeceğim, bu sefer de kalemi atıyor. Bunu görüp de o dersten ne hayır görülür? Görülmez tabii.
Sahne5: KAL’ın kantininden binaya yürümekteyiz. Elindeki sandviçten garip salatalar sarkmakta. O da ne? Manyak insan almış o salataları önümüzdeki kızın kafasına atıyor. Yanındaki kız dönüyor. “Ay, kafanda bir şey var!” “Alsana!” “Alamam, iğrenç bir şey!” Yarıl!
Sahne6: Aynı yoldayız. Ağzında sakız. Elinde ufak sakız parçaları. Koparıp koparıp önümüzdekinin kafasına atıyor. Yarıl!
Sahne 7: Telefon çalıyor. “Alo?” Arka fonda bir sifon sesi! Yarıl!
Sayfalarca yazsam, bitmek tükenmez bilmez. Yıllar geçmiş, kardeşim olmuş. Ben onsuz yarım kalıyorum. Ve yokluğunu derinden hissediyorum. Taksim’de içerken yine yanımda. Ağlaya ağlaya aşkını anlatırken yine yanımda. Çılgınlar gibi gülüp birden ciddileşip “Ne bok yicem ya, a.q!” derken de yanımda. Ben yaşamayı bıraktığımda arkamdan ittiren de o. Elimden tutup tekrar yürümeye zorlayan da o. Kendimi yanında hiç düşünmeden kaybedebileceğim ya da sadece hiç konuşmadan saatlerce öylece oturabileceğim nadir insanlardan birisi. Ve ne şanslıyım ki, inişiyle çıkışıyla 14 yıldır hep yanımda.
Ne zaman içim daralsa ya da ne zaman doyasıya gülmek istesem, aklıma gelen odur. Çünkü bilirim ki, sesinde beni iyileştiren ve dolasıya güldüren bir güç hep vardır ve var olacaktır. Seni seviyorum manyak insan, hem de çok.

Ps: Duamızı bulamadım, nereye soktuysam!

25 Nisan 2007 Çarşamba

can dostum...



6 yıl nasıl da göz açıp kapayıncaya kadar geçmiş. 6 dakikanın bir türlü geçmek bilmediğini ama seninle 6 yılın hiç de uzun sürmediğini şu dakika saatime bakarken fark ettim. Bir de üniversite insana hiç dost katmaz derler. Biz bunu yalanladık be canım. Buna sana söylüyor olsam, şu an kulağını çeke çeke tahtaya vurup “Maşallah de maşallah!” dediğini de duyuyor olacaktım. Yıllıkta yazdığın gibi mesafeler tanışmaya engel değil. Kimin aklına gelirdi ki en önde oturmaktan nefret eden ben ve arkada uyuklayan sen birbirimizi bulup acısıyla, tatlısıyla, kahkahasıyla ve ağlamalarıyla dopdolu 6 yılı yan yana geçirecektik. Bu 6 yılda hiç birbirinden sıkılmadan, aksine her seferinde yeni bir şey keşfederek daha da sıkı bağlanacaktık. Şöyle bir kaba hesapla bu 6 yılın tam 4,5 yılını hep beraber geçirdiğimiz sonucuna vardım. Dile kolay dip dibe geçen 1650 gün, yani 39600 saat!!!! Tabii geriye kalan 1,5 yılı da telefon denilen iletişim aracıyla beraber geçen günlerin hesabına yazabiliriz. Bu kadar beraber geçen zamandan sonra bile hala sana gelirken mutluluktan uçuyor oluyorum. “Yaradanın şanslı kulusun be kızım!” diye kendi kendime söyleniyorum. Sevinçlerini de üzüntülerini de dinlerken sıkılmıyorum. Hatta dedikodu yaparken, tespitlerin hala beni şaşırtabiliyor. Hala nasıl bu kadar ayrıntıya dikkat edebildiğini büyük bir hayranlıkla izliyorum. Ve hala sakin görünüşünün altında ne kadar deli olduğunu ve bu sebeple “Deli deliyi bulur.” vecizemi bir kere daha tasdiklediğini görüp seviniyorum.
Biraz önce elimde kameram, okulun bahçesinde çektiğimiz o meşhur kaseti izliyordum. Sabah saatleri. Yine okula erken gelmişiz. Hava güneşli ama serin bir rüzgâr esiyor. Oturmuşuz banklara karşı karşıya, elimizde kahveler (kahveden de hiç hoşlanmam ama seninle ayrı bir tadı oluyor) sakin sakin güneşleniyoruz. Derken senin müthiş zekân ve espri kabiliyetin köşeden çıkıyor. (Uyandığını, daha doğrusu ayıldığını gösteren en büyük kanıt) Kamera titriyor ve 5 dakika boyunca hiç durmadan titremeye devam ediyor. Çünkü zavallı ben, orada sakin sakin takılırken senden hiç de böyle bir laf ummuyorum. Sabah salaklığı beni tuzağa düşürüyor yoksa senin normal halin. İnsanlara senin nasıl biri olduğunu sorsalar, alacakları cevap şöyle olur: “Aaa son derece sakin bir insandır!” YALAN!!! O dış görünüşü, siz bir de içini görün. Ben gördüm, biliyorum. Ne sakinliği, hangi sakinlik! Ama onlar bunun farkına varamazlar. Niye biliyor musun çünkü sana yeterince dikkatli bakmıyorlar. Ben iyi ki sana dikkatli bakmışım, sen iyi ki bana usul usul yaklaşmışın. Ben bu soğuklukla senin gibi bir can dostunu elimden kaçırırdım. Sonra 24 saat full servis veren bir evim olmazdı. Hatta evin içindeki o iki insanı da tanımaktan mahrum kalırdım. O öyle bir ev ki, ne zaman kapısını çalsam içeride hep sıcak çay ve yanında kocaman kalpler var. Bir nevi Hansel&Gretel’in kurabiye evi, içinden hiç çıkmak istemiyorsun. 25 Kasım itibariyle bu evler ikiye katlandı. Yeni evimin içinde de hep sıcak çay ve yanında kocaman kalpler var. Size her baktığımda ne kadar şanslı olduğunuzu düşünüp bir gün aynı şansı yakalamak için dua ediyorum. Mutfakta seninle yemek hazırlarken de, pencereden dışarı bakarken de, koltuğa yayılmış yatarken de hep ne kadar şanslı olduğumu düşünüyorum. Hansel&Gretel bile bu kadar şanslı değiller çünkü onlar o evi terk etmek zorundalar. Ben değilim!



Fotoğraflara bakıyordum da, her yerde yanımda sen varsın. Okulun bahçesinde, Atina’da, Selanik’te, Emirgan’da, Samothraki’de, Büyükada’da, FEJS’te ve daha sayamadığım bir sürü yerde. Son 6 yılda her şeyi birlikte yaşadık. Çocuklarımızı anlatacak bavullar dolusu hikâyemiz var. Ve bunlara sadece 6 yılda sahip olduk. Desene onlar doğup büyüyene kadar, evlere sığmayacak hikâyelerimiz olacak. Zavallılar! Artık dinlemekten bitap düşecekler. Gerçi çok da şanslı olacaklar, bizim gibi birbirlerini seven ve destekleyen anneleri olacak.

Ne zaman içimi ısıtacak sıcak bir çay içmek istesem, ne zaman kendimi mutfakta kaybetmek istesem, ne zaman Boğaz’ı şöyle bir solumak istesem, ne zaman Ada’nın yollarını tekrar keşfetmek istesem, ne zaman kendimi denize bırakmak istesem, ne zaman içip içip sızmak istesem, ne zaman ayağım tökezlese, ne zaman yürümekten vazgeçsem, ne zaman doya doya gülmek ya da ağlamak istesem, ne zaman konuşmak istesem, ne zaman susmak istesem, ne zaman başımı dayayıp huzur bulmak istesem, ne zaman kaçmak istesem, kendimi hep yanında buluyorum. Ve biliyorum ki, bütün kalbiyle beni seven bir can dostum var. Bu puşt pezevenk dünyasında yaşamak için -dibine kadar yaşamak için- bulunmaz bir şans. İyi ki varsın ve yanımdasın. Seni çok seviyorum…





24 Nisan 2007 Salı

su akar, deli bakar...


baktım ki çoktandır yazmamışım. kanımdaki alkolden ancak arındım galiba. kafam çalışmayı bırakmıştı. öyle kendi halinde bir şeyler yapıyordu. hatta o kadar karışıktı ki, hala karışık ya neyse, kendimi çok zaman trene bakar gibi bakarken buluyordum. dün gece yürürken de aynı şeyler yine zihnime üşüştü. ilker öleli 3 koca yıl geçti ama ben hala bir şekilde kendimi ona ait hissedebiliyorum. bu doğuştan gelen bir takıntının bugüne tezahürü mü yoksa bir daha bu kadar yoğun sevemeyeceğimi bildiğim için elimden kayıp gideni mi özlüyorum? bu ikilemde çırpına çırpına bir türlü hayatıma devam edemiyorum. başka biri hayatıma girdi mi sanki ilker'e ihanet ediyor gibi hissediyorum kendimi. "nasıl manyakça bir düşüncedir bu!" diyip diyip ağlıyorum. hayatım o sıcak ağustos akşamında takılıp kaldı. bunun da sebebi 6 yıl boyunca tüm iniş çıkışlara rağmen yüzünü gördüğümde, sesini duyduğumda, sarıldığımda, hatta kızıp bağırdığımda bile bastıramadığım ve bastırmak istemediğim tarifi imkansız sevgim. başkaları olsa da dönüp durduğum kürkçü dükkanımdı o benim. bir türlü ayrılamadığım sığınağımdı. ömrümün sonuna kadar o sığınakta kalacaktım ve bunun teklifi önüme yine sıcak bir haziran akşamı konulmuştu. bu kadar yaklaşmışken elimden kayıp gidince bütün umutlarım, yıkıldım. çok zaman atlatmış gibi görünsem de, bazı zamanlar su yüzüne tekrar çıkıyor bütün gücüyle diplere bastırdığım o duygular. o zamanlar yakınlarda olmayın, depresifliğim sizi de yakabilir. zaten bunu bildiğim için insanları mümkün olduğunca kendimden uzak tutuyor, kaçıyorum. şimdi hayatımda yeni birisi var. var mı yok mu tam da emin değilim aslında. can dostum, hafifledin sen diyip duruyor ama bilmiyor ki çok çabuk ağırlaşabilirim. ağustos yaklaştıkça üstüme ağırlık çökmeye başlıyor. dün bana cazip gelen bugün hiç gelmeyebiliyor. başkalarını da üzmekten korktuğum için aşkımdan yanıp tükensem de geride duruyorum. sonra da olmuyor işte diye kestirip atıyorum. tek kestirip atamadığım, kurtulamadığım ilker zaten. bu kadar çelişkiden sonra tek diyebileceğim yedikule'de yerimin hazır olduğu. su akar, deli bakar...

19 Nisan 2007 Perşembe

yer misin yemez misin...

bok gibi 2 gün geçirdikten sonra kendimi bile şaşırtacak şekilde yeniden doğmuş gibiyim. galiba bu kadar ay kaçtığım şeylerin tek tek karşıma dikilmeleri bunun sebebi. eninde sonunda yüzleşeceğimi bilmeme rağmen aylardır köşe bucak kaçtım onlardan. bu kaçışlar öyle yormuştu ki beni, artık düzgün işleyen ne bir uyku düzenim ne de sinir sistemim kalmıştı. kendimi vurduğum aldırmıyor rolüde fazla uzun soluklu olmadı işte tam da bu yüzden. içten içe özlemeye devam ettiğim o adamın göçüp gidişine alışmış gibi yapmak yormuştu galiba en çok beni. insanları onunla o kadar boğmuştum ki, artık vazgeçmem gerektiği düşüncesine kapıldım. oysa onlar beni her halimle kabullenmiş, zaten yeteri kadar deli olduğum ve daha fazla deliremeyeceğim kanaatine çoktan varmışlardı. bunlardan emin olmama rağmen, yine de içimden bir ses onların artık sıkılmış olduklarını durup durup bana fısıldıyordu. ve en sonunda onun gidişine alışmış rolü yapmaya karar verdim. hem daha ne kadar yas tutabilirdim ki değil mi ama? şimdi anlıyorum ki derinden derine hala kalbim onun yokluğuyla ve sevgisiyle doluydu, hazır değildi tuttuğu yası arkada bırakmaya ve dibine kadar yaşadığı 6 yılı onunla. dün taskimde devirdiğim şişelerin ve onlara eşlik eden zırlamalarımın sonunda kendimi attığım sevgili dostumun evinde tam kendime geldim derken, o devasa alışveriş merkezinin insan yığınının arasında bir de tutup onun annesine rastladım. ben böyle şansın içine tüküreyim diyerek uyuşmuş kafamla tekrar kendimi eve attım. sonra tezgahta duran ve de çok çekici görünen viski şişesinden 4 dolu shot attıktan sonra, kahve fincanının çok işlevsel bir yanı daha olduğuna karar verdim. ve o kafayla elimi doğramadan domates doğrayıp yüzyılın rekorlarını altüst ettim. dumanlı kafayla domates nasıl doğranır konusunda uzmanlığımı herkesle paylaşmaya hazırım. icatlar paylaşmak içindir ne de olsa. şimdi kalbim yeniden atmaya çalışıyor. gerçi içine tükürdüğüm şansım yine bana bir oyun oynuyor ve ben sonunda yeniden üzüleceğimi bilerek gözüm kapalı kendimi deryalara atıyorum. olsun. düşekalka sonunda bulacağım huzuru ve içine tükürecek değil sonuna kadar savunacağım bir şans bana gülecek. insanı umut yaşatır ne de olsa...

17 Nisan 2007 Salı

mutluluk

Bana mutluluğun tanımı yap deseler, cevabım herhalde şöyle olurdu: “Mutluluk, herkesin peşinden koştuğu, hep ulaşmak için çabaladığı ama benim bir türlü erişemediğim o duygu.” Galiba da hiçbir zaman erişemeyeceğim. Artık hep bir şeylerin peşinden koşup sonunda elim boş kalmaktan yoruldum. Ben ne kadar uğraşırsam uğraşayım elim hep boş kalıyor. Şans nedense bana bir türlü gülmek istemiyor. Umudunu kaybetmek nasıl bir şey anlıyorum artık.


Keyfim hiç yerinde değil, boşu boşuna umut edip sonra o umutların elimde kuruduğunu görmekten bıktım galiba. O yüzden artık umut etmiyorum. Hatta etmek içimden gelmiyor. Hayatı öylece bıraktım, rüzgâr nereden eserse oraya gidiyorum. Karşı koymadan kendimi bırakıyorum. Uğruna savaşacağım hiçbir şey kalmadı. Dayanmaktan yoruldum. Başıma ne gelirse gelsin güçlü olmaktan yoruldum. En diplerde dolaşırken sanki en yukarıda gibi davranmaktan yoruldum. Yüzümde sahte ifadelerle herkesin yardımına koşmaktan yoruldum. İnsanları mutlu etmekten yoruldum. Yaşamaktan yoruldum galiba, asıl sebep bu.


Hayatta en çok istediğim şey sadece mutlu ve huzurlu olmak. Başımı dayadığımda huzur içinde gözlerimi kapayacağım bir omuz olsun istiyorum. Eskiden sahip olduğum ama elimden kayıp giden o omzu geri istiyorum. Onunla kaybettim umudumu, huzurumu ve dayanma gücümü. Geride içi boş, umutları kurumuş bir ben kaldım. Bütün zırhlarımı indirdim, geride bir ben varım, sadece ben...

16 Nisan 2007 Pazartesi

let my heart go...



“Let my heart go, let this heart be still….” diye söylüyor Metallica şarkısında. Hani senin en çok sevdiğin grup. Hani beraber dinleyip beraber söylediğimiz şarkıları olan. Eski Beşiktaş günlerinde… Elinde benim kumpirim, kulağında benim discman’im, sırtında benim çantam. Ayaklarında patenler, üstünde fishbone, altında bir türlü çıkarmadığın yırtık pantolonun. Hani bütün haşmetiyle parkı kaplayan Barbaros Paşa’nın altında otururken. Ben kaçarken kurstan, sen kaçarken işten, buluşurken orada. Hani bütün mutlulukları yaşarken beraber. Değerini bilemedim galiba o günlerin, dibine kadar yaşayamadım o mutlulukları. Bilseydim geçip gideceklerini, bilseydim geçip gideceğini böyle mi yaşardım? Şimdi oturmuş bakarken o heykele, aklımdan teker teker geçiyor bütün yaşananlar. En özgür günlerimi yaşadım belki de seninle, en derinden sevdim, en derinden üzüldüm, en derinden aşık oldum. Ömrümün sonuna kadar en derinde saklayacağım bir sevdaya sahip oldum sayende. Peşimi kolay kolay bırakmayacak anılarım var artık eteklerimde. Yorulmuş olsam da, bütün dünyam yıkılsa da, İstanbul’un her köşesi bana seni hatırlatsa da, birbirimizi bulduğumuz, birbirimizi hiç bırakmadığımız ve birbirimizi bu kadar çok sevdiğimiz için çok şanslıyım… Seni çok seviyorum…

"Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana."

Ataol Behramoğlu

15 Nisan 2007 Pazar

yağmur


Elimde tek arkadaşım ve ben yağan yağmurun yıkadığı sokaklarda. Üzerimde hafif bir üşüme. Aklımda yine sen ve okuya okuya ezberlediğim o şiir:

"Verdiğin bütün acılara dayanıyorsam;
Seni özlediğim içindir.
Beklemenin korkunç zehri öldürmüyorsa beni;
Seni özlediğim içindir.
Yaşıyorsam; içimde umut varsa,
Yine seni özlediğim içindir.
Seni bunca özlemesem; bunca sevemezdim ki! "

Yaşayamadığımız onca şey zihnimde turluyor. Keşkeler içinde yine ben. Kaçacak, saklanacak bir yer arayan içten içe yanan bir ben. İçi çoktan tükenmiş ama hala umut etmek için çabalayan ve bunun ikileminde sıkışan bir suret. Yağan yağmur alır götürür mü acılarımı, tertemiz bir ben yaratır mı yeniden? Gözümü kapasam açtığımda yepyeni bir ben doğar mı? İyileşir mi bütün yaralarım, bütün yürek üzüntülerim? Yoksa unutur muyum bütün yaşadıklarımı, bütün keşkelerimi? Sokaklarda kurtulur muyum pişmanlıklarımdan? Sana olan bu büyük ve sonsuz aşkımdan sence? Sızlayan yüreğimden sence? Kurtulur muyum hepsinden? Söylesene! Seni bağışlayabilir miyim? Beni burada bu kadar acıyla, pişmanlıkla ve öfkeyle bıraktığın için seni affedebilir miyim? Gökten düşen bu küçük damlalar bütün bunları yapabilir mi ne dersin? Yepyeni bir yürek, taptaze bir zihin yaratabilir mi? Silebilir mi hala bütün benliğimi kaplayan seni? Söylesene!...

14 Nisan 2007 Cumartesi

bir sabah...


Derin derin boğazı soluyorum. Sabahın bu saatlerinde ne de güzel kokuyor. Tazelik, canlılık. Sakin sakin bir köşede oturmuşum. İçimde sonsuz bir dinginlik, huzur. Elimde ince belli bir bardak ve sıcacık çay. Dumanlar yüzümü ısıtıyor, çay içimi. Yavaş yavaş yol alıyor gemiler denizi yararak. Martılar uçuyor rüzgarla dans ederek. Bir vapur yanaşıyor usul usul. Bir insan seli. İnsanlar koşuşturuyor, herkeste bir acele, bir telaş. Geçip gidiyorlar. Birbirlerine vurarak, birbirlerini iterek. Hiç kimse bir diğerinin umurunda değil. Hepsi bir yere yetişmeye çalışıyor. Niye aldırsınlar ki? Hepsi kendi derdinde, kendiyle yarış halinde. Sonra serin bir rüzgar esiyor. Vapur kalkıyor. Başka bir limana doğru yol alıyor. Ben kalıyorum tek başıma elimde ince belli bardağım, aklımda sen ve yine sen, içimde sonsuz bir dinginlik ve huzur.

yangın yeri


Ne olurdu bir fincan daha kahve içebilsek? Gözlerimiz birbirine bağlanmış, biz birbirimizde kaybolmuş. Yangın yeri gibi olduk. Bağırıp kaçışan iki yürek gibi yaşıyoruz. Ne kaldıysa geriye yangında kül olup gitmesin diye bütün telaşımız. Mal kaçırır gibi bakışıp, feryat figan konuşuyoruz. Tenimiz birbirine değse korkuyoruz. Nereye kadar dayanır insan buna? Bir yerde vazgeçmez mi sevmekten? Eğer seninle bensek vazgeçmeyiz, yangın her şeyi kül edene kadar…

geceler kara tren



kimseye ait olamazken, kendimi hala sana ait hissedebilmek nasıl bir çelişkidir söyle bana. sen gideli 3 yıl olmasına rağmen hala derinde bir yerlerde kanayan o yara mı bunun sebebi? senin yüzün, sesin ya da kahkahaların mı yoksa? belki de evin her yerinde, bahçenin her köşesinde veya her gözümü kapadığımda ortaya çıkan hayaletler.
acıdan katılaşan bu kalbimle en ufak şeyde bile seni buluyorum. senden başka hiçbir şey beni ilgilendirmiyor, acıtmıyor, ağlatmıyor. gittikçe büyüyen bir acımasızlık içimde. vurdumduymazlık. bazen kendimi tanıyamıyorum. ve korkuyorum nasıl bu kadar acımasızlaştım, ilgisizleştim diye. her yer senin yokluğunla kaplı. bu mu sebep? o kadar ağladım ki ağlayamıyorum. o kadar üzüldüm ki üzülemiyorum. yaşlandıkça yaşlanıyorum. sevinçlerim, mutluluklarım, hatta sevmelerim bile yaşlanıp kuruyor. gülerken ağlıyorum, kahkalarım çığlıklarıma karışıyor. hiçbir yere sığamıyorum artık.
sen giderken bütün sevinçlerimi, mutluluklarımı, sevmelerimi götürdün. beni götürdün yanında. artık umutsuzların en umutsuzu, mutsuzların en mutsuzu, ruhsuzların en ruhsuzuyum. sensiz çarpan bir yürek istemiyorum. sensiz yaşamak istemiyorum. ben sadece ve sadece seni istiyorum, burada, yanımda. ben sadece ve sadece seni sevmek istiyorum, ta burada, derinlerde. ben sadece ve sadece sana ait olmak istiyorum, bu dünyada ve ...

7 Nisan 2007 Cumartesi

...

Balkondayım. Yıldızlara bakıyorum. Telefon çalıyor. Arayan "o". O da yıldızlara bakıyor. Gökyüzü bizi buluşturuyor. "45 dakika bu kadar kısa mıydı?" Aşk mesafe tanımıyor. Balkondayım. Yıldızlara bakıyorum.
Bahçedeyim. Banktayım. Yıldızlara bakıyorum. Yanımda konuşuyor. Yıldızlara bakıyor. "Benimle evlensen?"diyor. Mutluluk bu olmalı. Bahçedeyiz. Banktayız. Yıldızlara bakıyoruz.
Balkondayım. Yıldızlara bakıyorum. Telefon çalıyor. Arayan "o". Hayır, değil. Bütün dünya duruyor. Hayat duruyor. "Mutluluk bu kadar kısa mı sürer?" Balkondayım. Yıldızlara bakıyorum. "Gözyaşları bu kadar sıcak mıydı?"
Bahçedeyim. Banktayım. Yıldızlara bakıyorum. Yıldızlardan bana bakıyor. "Ah, keşke..." Bahçedeyim. Banktayım. Yıldızlara bakıyorum. "Sensiz nasıl yaşayacağım?"
Avludayım. Camideyim. Cenazedeyim, canımın yarısı orada. Yıldızlardan bana bakıyor. Ben ağlıyorum, o ağlıyor. Bütün dünya durmuş. Hayat durmuş. Avludayım. Camideyim. Cenazedeyim. Gökyüzüne bakıyorum. Minarelere bakıyorum.
Avludayım. Camideyim. Süleymaniye'deyim. Minarelere bakıyorum. Yıldızlardan bana bakıyor. "Hayat bu kadar zor muydu?" "Ezan bu kadar huzur verir miydi?"

1 Nisan 2007 Pazar

28/03/2001

daha dün karar vermemiş miydik uzak yaşamaya, daha dün kararlı değil miydik birbirimizi kırmamaya? olmadı gene yapamadık, başaramadık, yenildik arzulara, teslim olduk. mutluyum, mutlusun! üzgünüm, üzgünsün! yeniğim, yeniksin! sen değil miydin bu kararı veren, sonuna kadar gidecek olan! yapamadın işte! güzel miydi? güzeldi. iyi mi oldu? bilinmez! şimdi ne olacak? al bir bilinmezlik daha! yok işte olmuyor, başaramıyoruz, yitiremiyoruz da birbirimizi düşüncelerimizde. neyiz biz? beceriksiz? biraz. kararsız? biraz. seviyor muyuz peki? çok zor bir soru. cevabı var mı? yok. olacak mı? imkansız galiba. sende bu inat varken daha çok kırılıp dökülürüz biz. sonu olmayacak bir şeye yelken açıyoruz, açtık hatta. uçurtmalarımızla oynuyorken daha dün, bugün kendimizi kurtarmaya çalışıyoruz o her şeyi yıkan fırtınadan. suçlu var mı? ikimiz galiba. kim daha suçlu? bilmiyorum, bilmiyorsun. bir karar versek artık! biz kopamayız değil mi! ama artık ben yoruldum senin yüzünde o üzgün ifadeyi görmekten. ne yaptın, yine yenildim galiba diyen gözlerinden. sen de yoruldun değil mi! evet dediğini duyuyorum. loş ışıklarda dans etmeye devam edeceğiz, nereye kadar raks edebilirsek!...