28 Aralık 2008 Pazar

Kopmalı...

Kırık dökük… Yine… Umut? Bilmiyorum. Daha ne kadar umut edebilirim, bilmiyorum. Ya da etmeli miyim? Gittikçe zorlaşan bu durumda umut ne kadar gerekli? Tekrar çarpan kalbime mi kızmalıyım, bu kadar çabuk kapılıp gittiği için, yoksa ona mı kızmalıyım, severken sevmediğini kanıtlamak istercesine beni kırdığı için?

Gün geçtikçe içimde tutamadığım öfke-sevgi karışımı garip duygunun altında daha ne kadar ezilebilirim ki, elbet bu duygu azacak, coşacak ve kendine akacak bir yol bulacak. Bunu yaparken de yarattığı yıkım çok büyük olacak. Bilmeme rağmen bunu engellemek için hiç çabalamamam da üzerinde düşünelecek bir durum aslında. Sanırım artık inceldiği yerden kopmalı evresine geliyorum yavaş yavaş. Sonuçta her insan hak ettiğini alıyor, sen ne kadar daha fazlasını vermeye çalışsan da. Çok sevsen de bu sevgiyi hak ettiğini düşünmüyorsa ne yaparsan yap değiştiremiyorsun. Çok sevse de öyle korkuyor ki, öyle vazgeçmiş ki sen çırpınsan da kendini bırakamıyor.

İşte tam bu noktada kendimi alkışlıyorum, yine vazgeçmiş bir adam bulduğum için. Makûs talihim yine değişmedi ve yine çabalıyorum, sanki bundan öncekileri düzeltebilmişim gibi. Gülüyorum son günlerde kendime, nasılsa sonunda ağlayacağımı bildiğim için…

16 Kasım 2008 Pazar

Mors ultima linea rerum est

Garip. O kadar. Hayat. Ölümün tersi? Aslında değil. Yaşamak. Ölmek? Tersi? Çok garip. Teslim olmak da bir çeşit ölüm mü yoksa yaşamak mı? Acılar ölümle bitiyor mu? Bitmeli değil mi? Bize verilen söz böyle. Vadedilen. O yüzden bekliyor bazıları ölümü. Huzur için. Unutmak için içlerini delip geçen acıları. Dayanıyorlar yaşamaya, nasılsa bitecek bir gün diye. Sonu gelecek diye. Ölümden korkmamaları bundan. Yaşamak değil onlarınki zaten. Geçen her gün ölüme bir adım. İntihar kadar günah mı ölümü beklemek? O da bir çeşit intihar sonuçta. Yavaş yavaş intihar etmek. Her şey son güne kadar ama. Sonra bitiyor. Yani bitmeli. Ölüm her şeyin sonu, sonuçta. Daha ötesi yok.

Ben beklemiyorum artık ölümü. İyileştim biraz. Ama korkmuyorum da. Almaya gelseler giderim sessizce. İtiraz etmem. Seviyorum yeniden. Hala huzuru arıyorum. Bulacağım. Er ya da geç. Son bir durak olacak benim için de. Yaşamak için inanmalı. Mutluluk gelecek. Elimde tutacağım ikimizin kalbini de. İnanmalı. İnanmalı. İnanmalı. İnanmalı? İnanmalı? İnanmalı?

5 Eylül 2008 Cuma

Dibe Doğru Tek Tek

Kayıyorum... Dibe doğru... Yavaş yavaş... Fark etmeden... Teker teker sayıyorum günleri... Tutunmak lazım biliyorum... Ama öyle kuvvetli ki çekim alanı... Ellerim kayıyor... Tutunamıyorum... Gözüm görmüyor uzun zamandır aydınlığı... O kadar alışmış ki karanlığa en ufak aydınlık gözümü alıyor. Hemen kapatıyorum perdeleri. Umut girmesin içeriye diye. İçeriye girenler ise itinayla karanlığa boyanıyor. Başka renk olmasın diye. Öyle kolay ki renkleri kapamak karanlıkla... Tek bir darbeyle...
Geziyorum bahçede... Gözümde aktı akacak yaşlar... İçimde yangınlar... Aşk... Ama karanlık... Çıkış yok... Fırça elimde... Düşünüyorum... Bitirmeli mi inat etmeli mi? Yeni/yine bir hüsran mı? Bu sefer şans var mı? Daha sıkı sarılıyorum düşmemek için... Ellerim kayıyor... Tutsa elimi oysa ki... Aydınlık sonrası? Ya da karanlık? Çeker miyim onu da derine? Çeker mi beni renklere? Döker miyim karanlığı onun da üstüne? Döker miyim karanlığı çöpe? Tutsa elimi oysa ki... Gelir mi aydınlık günler? Gelir... Ama gelmiyor... Tutmuyor ki elimi... O da bilinmezde... Dört bir yanı sarılmış... Tutsa elimi oysa ki... Buluruz mutluluğu... Ufacık aydınlıklarımız büyür, aydınlatır odalarımızı... Gömer karanlığı derinlere... Diplere... Dağıtır umutsuzluğu...
Tutar mı ki elimi? Tutmalı artık elimi... Ufak bir aydınlık var gözümü alan... Fırçamı alsam mı almasam mı?...

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Kalbi Çoktan İflas Etmiş Bir Kardiyak


Dört koca sene geçti. Dört tane üçyüzaltmışbeş gün. Gün be gün büyüyor içimdeki hasret. O kadar büyüktü ki kapladığın yer dünyamda, bir türlü kapatamıyorum yarattığın vakumu. Hangi yamayı diksem tutmuyor. Teker teker sökülüyor dikişler, hangi ipliği kullansam da. Adın hala ağzımda, tadı gitmeyen bir sakız gibi. Kokun burnumda, kuvvetli bir parfüm gibi. Sesin kullağımda, tekrar tekrar dinleyip ezberlediğim o unutulmaz şarkılardan. Hatıralar var peşimi bırakmaya, anlata anlata bitiremediğim. Sıkılmadan tekrarladığım herkese.
Her tuşa dokunduğumda sen akıyorsun kelimelere. Her gözümü açtığımda sen doluyorsun aklıma. Her susuşum seni anlatıyor aslında. Her dalıp gidişim hep sana, senin denizine. Gözümden akan her bir damla senin için hala. Beni senin kadar seven yok, benim de senin kadar sevdiğim. Kalbim hala sana ait.
Hala büyüyorum. Her söylediğinde kızardım, şimdi anlıyorum, büyümek neymiş, gerçek acı neymiş. Acıdıkça canın büyüyormuşsun, iki yaş ne kadar büyük tecrübeymiş. İki yıl demekmiş, koskoca iki yıl. Tecrübelerle dolu iki koca yıl.
Kalbimin delikleri kapanacak mı bilmiyorum, ben yamadıkça yeni yerler deliniyor çünkü. Her kırıldığında topladıkça parçaları, birkaçı eksiliyor. Ben bir kardiyakım, kalbi çoktan iflas etmiş. Her çabam nafile…

19 Haziran 2008 Perşembe

Doritos reklamının şarkısı

Gelen yoğun sorulara cevap: Doritos'un reklam müziği Cassius - Toop Toop adlı şarkıdır. Çok da güzel bir şarkıdır, çok da güzel bir reklam spotudur. Kampanyanın planlaması bana aittir ki; bununla gurur duyuyorum :)
Arayıp da bulamayanlara duyurulur! :)

Dört

Bir şarkıya takılmışsan

Üstüne çökmüşse sözleri, yanında hüzün

ruhuna ucundan dokunmuşsa

kararmışsa gün gibi aydınlık yüzün

Her telefon çaldığında karşındaki yine bir başkasıysa

Ağlamak beklemekten çok kolay

Bir parça bile umut kalmadıysa

Kaybolan el değmemiş ruhumdu kir tutmayan

Kaybolan içimdeki çocuktu yeri dolmayan

Her gece yattığında aklındaki sevgilin değil bir başkasıysa ve her şeyi unutup uyumak istiyorsan

Sığınmak için seçtiğin yer rüyalarınsa

Her aynaya baktığında karşındaki sen değil bir başkasıysa

Ağlamak aldanmak kadar kolay

Kendine bile bakacak yüzün kalmadıysa

Kaybolan el değmemiş ruhumdu, kir tutmayan

Kaybolan içimdeki çocuktu yeri dolmayan

Görmüyor musun kabuk bağlamıyor kanattığın hiçbir yaran

Hiçbir zaman geri dönmüyor kaybettiğin onca insan

Saat 4 olmuş arıyorsun, çaresini hüznün kederin,

Acıdan başka dermanı yok ki boşvermiş ümidin

Gripin-Dört

11 Haziran 2008 Çarşamba

WB Melike

Tekrar aramızda! Hoşgeldin Melike!

www.melikeerol.blogspot.com

18 Mayıs 2008 Pazar

25 Nisan 2008 Cuma

Çocuk

“İki ucu boklu değnek sizin ilişkiniz”, gerçekten de öyle. Ne yaparsam yapayım vazgeçemiyorum. O da benden. Dönüp dolaşıp birbirimize bağırıyoruz, sonra susuyoruz. Sebebini biz de bilmiyoruz. Aramızdaki her neyse bir türlü bitmiyor. Uzadıkça uzuyor, bir türlü sonu gelmiyor. Hep bir şey söyleme isteği. Hep bir merak. Hep bir kontrol. Birbirine dokunamamak, hep uzak olmak. Hep istemek ama başaramamak. Korkmak, sebepsiz. Belki bağlanmaktan, belki tamamen kaybetmekten. Korkmak, derinden. Bir yandan da çok sevmek. Hep yanında istemek. Döngü. Aynı labirentte hep kaybolmak. Usanmamak. Durmadan çıkışı aramak. Kendini ararken…

Ben cevapları bulamamışken, ondan bulmasını beklemek haksızlık. Kırılmaktan korkan bir kalp o. Sevmeyi bilmeyen. Değerli olduğu söylendiğinde kaçan. O kadar değerli olmadığını kanıtlamak istercesine. Kıran, döken, parçalayıp bırakan. Değersizliğine inanmış. Kendini kabul ettirmeye çalışan. Kabuğunu kırmaya çalışırken çoğu zaman yorulan. Çocuk. Büyümüş görünen, öyle davranan ama minicik.

Bitmiyor. Ne kadar istesem de bitiremiyorum. Hala çok değerli. Hala çok önemli. Hep benimle. Zihnimin köşelerinde saklanıp duruyor. Benimle saklambaç oynuyor. Ben kovaladıkça kaçıyor. Kalbimi de yanına alarak…

11 Mart 2008 Salı

Ses


“Yanımda yatıyor olmalıydın…” dedi içimdeki ses. “Göğsümde uyuyor olmalıydın. Sarılmış bu soğuk gecede aynı yatakta yatıyor olmalıydık…” diye devam etti. “Yüzünü okşuyor, kokunu duyuyor olmalıydım tam şu anda…” Ama o kadar uzağız ki, aramızda dağlar var sanki. Hiç aşılamayacak, delinemeyecek ya da alt edilemeyecek. Yenilgiyi çoktan kabul etmiş iki insanız çünkü. Teslimiyet havası… Sessizlik… Kıyamet pusuda… Sanki tek bir ses çıkarsa kopacak. Fitil ateşlenecek. Aramızda ilan edilen ateşkes bozulacak, birbirimizin boğazına atlayacağız, koparacağız etlerimizi, paramparça edeceğiz gırtlaklarımızı. Ama böyle olmamalıydı. Seviyor olmalıydık birbirimizi. Mutlu olmalıydık. Beraber gülüyor, ağlıyor olmalıydık. Olmadı…
Hala seni düşünüp merak ediyor olmak garip geliyor çok zaman. O kadar yormuşun, o kadar incitmişin ki beni. Bir o kadar da mutlu etmişin, belki ondan bütün bunlar. . “Her şey karşılıklı…” Yani ben de seni çok üzdüm ama bir o kadar da mutlu ettim, değil mi? Nasıl üzdüm seni, bilmiyorum, ya da üzdüm mü? Yoksa bunlar sadece senin kendini benden kaçırma yolların mıydı? Ne olursa olsun, ben seni çok sevdim ya, derinden sevdim. Hala elini uzatsan, tutarım. Gözümü kırpmam. Düşünmem. Belki bu yüzden kapattın kendini bana. “Beni unut, benim kendime hayrım yok…” Ne acı bir gerçek!
Unutmak? Benim için pek de mümkün olmayan ama hayatın daima önüme sunduğu bir yemek. Zorla yemem gereken. Asla geri çeviremeyeceğim. Şimdi unutmam gereken bir de sen varsın. Bir tanesini hazmedememişken, bir tane daha. Ama doydum ben, başka istemiyorum.

“Bakışların gittiğin yerden uzak yoksa gelirdim…”

15 Şubat 2008 Cuma

Gelecek

Yazacağım, umuyorum, yazacağım, yakında.... :)

23 Ocak 2008 Çarşamba

İstanbul Ağlıyor

Sen gideli buralardan yolunu gözlemekteyim

İstanbul ağlıyor, yastayım sevgilim

Hala seninim, delinim, bıraktığın gibiyim

Çıkmaz sokaklarında kayıp, derbeder haldeyim

Sen gideli bu aşktan, kalbimle harpteyim

Yokluğun ölümden beter, buz tuttu yüreğim

Hala seninim, delinim, bıraktığın gibiyim

Çıkmaz sokaklarında kayıp, derbeder haldeyim

Rüzgar ol es püfür püfür, yağmur ol da bul beni

Geceleri rüyalarıma gir öpüp okşa, sev beni

Sen gideli bu şehirden ötmez oldu bülbüller

Doğmadı güneşim, batılı

Açmaz oldu güller

Hala seninim, delinim, bıraktığın gibiyim

Çıkmaz sokaklarında kayıp, derbeder haldeyim

Unutmadım unutamadım, dinmedi fırtına içimde

Başucumdaki resmin duruyor aynı yerinde

Hala seninim, delinim, bıraktığın gibiyim

Çıkmaz sokaklarında kayıp, derbeder haldeyim

Hala ona deli, hala ona aidim. Hayatıma girip çıkanlar unutulup gidiyor. Bir tek o sapasağlam duruyor. Hiçbir fırtına onu yıkamıyor. Hala onu düşünürken, onu anlatırken kalbime hançerler saplanıyor. Tekrar tekrar. Hala onu çok seviyorum. Yıldızım elimden kayıp gitse de, hikayemiz bitse de…



Tarkan-İstanbul Ağlıyor

12 Ocak 2008 Cumartesi

Here Comes the Rain Again


Here comes the rain again
Raining in my head like a tragedy
Tearing me apart like a new emotion…


Ocak geldi çattı. Hatta 8’i de geldi geçti. Yine yaralandım. Hiç iyileşmeyen yaralarıma bir yenisi daha eklendi. Doğum günü en güzel gündür. Aramıza o gün katılmıştır, dünyaya bir armağandır. Benim için acılarımın depreştiği, onsuz yaşamanın ne kadar zor olduğunu anladığım yeni bir gündür oysa ki. Bütün şiddetiyle çarpar, her sene. Eksikliğini hep derinden hissederim ama o gün daha bir acı olur.

İçim kan ağlıyor yine. Bir türlü kaldıramadığım fotoğraflarına bakıyorum. Mutlulukla gülümseyen ya da çapkınca bakan. Kalbimi söküp atmak istiyorum. Atıp parçalamak. Onsuz bir güne daha uyanmak istemiyorum. Uykuya dalarken dilediğim tek şey onu görmek, tekrar sarılmak ve sıcaklığını hissetmek. Ne kadar sarsıcı olacağını bilsem de…

Sayfalarca yazdım, hep onu anlattım. Hala bıkmadım. Nasıl onu sevmekten bıkmadıysam. Hala yazıyorum. Hala onu anlatıyorum. Hala kalbim onun için, onun adıyla çarpıyor. Her gün, onun için yeniden başlıyor, ben onu yaşayabileyim diye. Onsuz da olsa…

Hızlı hızlı yürüdüm. Soluk soluğa. Sonra birden durdum. Yağmuru hissetmek için. Ahmak ıslatan yağıyordu. Anılar doluştu beynimin odalarına. Her şeyin bir anısı vardı. Her şey onunla güzeldi. Bir kelime, bir ses, bir görüntü ya da bir eşya. Her şey bana onu anlatıyor, hatırlatıyor. Durdum, gökyüzüne baktım. Damlalar yüzüme vurdukça hatıralar tekrar yazıldı. Satır satır. Yağmura kızışı, çocuklar gibi söylenmesi sonra çocuklar gibi gülmesi. Deliler gibi yağmurda yürümemiz, sadece birbirimize inat olsun diye. Paçalarımızdan sular aksa da huysuzluktan ödün vermememiz. Yarı çıplak karlarda koşması. Kar topu oynarken yüzündeki o muzur ifade. 24 yaşına gelse de aslında hiç büyümemesi. Hep bir yanının çocuk kalması. Belki de onu bu yüzden bu kadar çok sevdim. Hem çocuk olup hem de olgun olabildiği için…

Yerini nasıl dolduracağım bilmiyorum. Sanırım öyle bir gerçek yok. Kimsenin yeri dolmuyor. Birisi hayatından kayıp gittiğinde ona ait her şey bomboş kalıyor. Durmadan sızlayan bir boşluk oluyor içinde. İçin yana yana devam ediyorsun. Başkaları geliyor gidenlerin ardından. Seviyorsun. Ama giden kadar sevemiyorsun hiçbirini. Hiçbir joker yerini dolduramıyor. Doldurmadı. Hala onun için yanıyorum. Hala “o yanımda olsa hayat nasıl olurdu?” diye soruyorum. Onun olmak, onunla olmak. Uyanılmayacak bir rüya olsa gerek…


29 Aralık 2007 Cumartesi

HYPNOGAJA- Here Comes The Rain Again

yağmur yağsana eskisi gibi, ıslatsana bizi yeniden...

22 Aralık 2007 Cumartesi

söz vermiştin

Söz vermiştin bana, yanı başımda yaşlanmaya

Söz vermiştik bu dünyaya, ne olursak olsaydık

Kaç yıl geçti bak hala son bakışın miras bana

Saklı duruyor ne fayda, bıraksaydın solsaydık

Hangi bahane avutur bilmem hangi günahın bedeli bu

Kandırmıyor ne gündüzüm ne gecem, böyle intikam olmaz

Çok mu fazla bu sitem, ağır değil mi bu ceza

Söyle kim çok gördü seni bana, böyle yalnız kalınmaz

Paylaşılmıyor hüzün, paylaşamam yolu yok bunun

Anlatamam sözü yok bunun,

Çekilecek başa geldikçe dertler

Bi zaman bi yerde buluşuruz yolu yok bunun, kavuşuruz yolu yok bunun

Görülecek günü geldikçe...

candan erçetin-söz vermiştin

18 Aralık 2007 Salı

Teslimiyet Havası

"Hasret yakarmış…"


Sevdim mi? Sevdim galiba. Uzun zaman sonra ilk kez İlker’den başka birini düşündüm. Merak ettim. Özledim. Sesini duymak istedim. Sarılmak istedim. O beni sevdi mi? Sanmıyorum. Hatta hiç sevmedi galiba. Sevmesini de beklemedim aslında. Umurumda da değildi. Gerek duymadım düşünmeye. Bıraktım, diğer her şey gibi bunu da. Kendimi nasıl bıraktıysam. Sarsıldım. Mutsuzum şimdi. Yıllar sonra ilk defa etrafımdakilere mutsuzluğumu ifade edebiliyorum. Bu kadar zaman yılmadan nasıl devam ettiğimi merak ediyordu herkes. Ben de bilmiyorum. Çok güçlüyüm galiba. Güçlüydüm yani. Ya da öyle görünüyordum. Kendimi zorluyordum yığılmamak için. Ama olmadı. Artık daha fazla dayanamadım. Mutlu evlat, düşünceli arkadaş olmaktan usandım. Dört kolla işime sarıldım şu aralar. Ofiste yaşıyorum. Dört koca duvarın arasında, milyonlarca rakam ve ben. Yalnızım. Bu kadar zamandır hiç olmadığım kadar. Bütün sevdiklerim bir yerlere dağıldılar. Hepsi kendi hayatlarını yaşamaya gittiler. Sessizce, birer birer. Hep ben kaldım arkada. Kural bozulmadı gene. Arkalarından el sallayan ben oldum. Gözyaşı döken. Yalnız kalan.

Neden’lere sarıldım yeniden. Ya olmasaydı, ya gitmeseydi. Tekrar tekrar sorar oldum. Bu sınavdan kaldım ben. Acıyı hazmedemedim. Onsuz yaşamayı beceremedim. Hayatımda ilk defa bir sınavdan kaldım. Başarısız oldum. Çok sevdim ama, bütün suçum buydu. Kendimden çok. Uğruna canımı verebilecek kadar. Gözümü kırpmadan hem de. Hiç kimseyi dinlemedim. Körü körüne gittim. Aşıktım çünkü. Sevdikçe daha çok sevdim. Bağlandıkça bağlandım.

“Pişman mısın?” deseler, “Hayır” derim. Yine severim. Deliler gibi. Dünyayı görmeden. Aldırmadan. Ama bu sefer daha çok severim. Bütün sivriliklerimi törpüleyip severim. Bir oluruz yeniden. Tek, yek.

Onsuz burada kalmam neyin cezası hala anlayamadım. Bu kadar mutsuzluk neyin bedeli. Niye bu kadar acıyı ömrüme sığdırmak zorundayım. Anlayamadım. Anlayamayacağım. Mutsuzum. Umutsuzum. İçim boş. O kadar boş ki bir türlü ısınmıyor. Hep üşüyor. Kalbim o kadar yalnız ki kendisini sevmeyenlere düşüyor. Onu sevsinler diye. O kadar umutsuz. O kadar perişan. O kadar acınası.

Mutsuzluk sardı dört bir yanımı. Daraldıkça daralıyor. Küçüldükçe küçülüyorum. Ezildikçe eziliyorum. Bu sefer kabul ediyorum. Yenildim ben. Ellerim havada teslim oluyorum.

11 Aralık 2007 Salı

Başlıksız çünkü sonuçsuz

Soğuk. Rüzgâr var. Yağmur vuruyor sertçe camlara. Yumrukluyor camları beni uyandırmak için, uyuduğum derin uykudan. Aldırmıyorum. Kulaklarım sağır olmuş, dilim lâl. İsrafil borusunu üflemiş üflememiş umurumda değil. Bırakmışım her şeyi, dünyevi her şeyi. Yorgunluk kaplamış bütün hücrelerimi. Duygusal koma basbayağı. Silkinip dağıtmalı ama nasıl? Beynim memnun. Düşünmüyor. Beş kuruş etmeyecekleri. Kalbim de memnun. Çarpmıyor. Beş kuruş etmeyecekler için.
Uyanıp algıladığında kalbine hançerler saplanıyorsa uyu. Görüp duyduğunda üzüntüden kahroluyorsan görme, duyma. Seni bozuk para gibi harcayanlara kalbin düştüyse… Ben de cevabı bilmiyorum. Daha bulamadım. Ama nedenler yok artık, cevabı olmayan sorular sormuyorum bir bok olmayanlara. Bir şey de beklemiyorum onlardan. Çünkü biliyorum geri geleceklerini. Başka kapılarda köpek olduktan sonra. Ve o güne kadar susuyorum…

22 Kasım 2007 Perşembe

Kasım Geldi Buraya...

“Kasım geldi buraya. Kasım çok ağır geldi…” Böyle yazıyor Melike’nin blogunda. Kasım buraya da çok ağır geldi. Nedensiz, sadece öylece. İçimin karamsarlığını bir türlü dağıtamıyorum. İçimde hep fırtına bulutları dolaşıyor. Hep pusuda. Dağılmaya hiç niyetleri olmadan. Birbirlerine çarpıp çarpıp yağmurlar yağdırıyorlar. Şimşeklerin gürültüsünden hiçbir şey duyamıyorum.

Öyle bir boran ki göz gözü görmüyor. Mutluluğumu yerle bir ediyor. Fırtınam hiç dinmiyor. Derin derin bunalım soluyorum. Her nefes alıp verişimde içime doluyor. Hiç bitmiyor, oksijen gibi, her yerde. Baktığım her yerde, döndüğüm her yönde, yürüdüğüm her sokakta, başımı dayadığım her yastıkta. Onunla yaşayabiliyorum, onsuz olamıyorum. Ekmeğim, suyum, her şeyim. Yüreğimin boşlukları onunla doluyor. Hatta dolup taşıyor çok zaman. Bütün bedenimi kaplıyor. Günümün, saatlerimin, dakikalarımın bir parçası.

Yağmur yağmış, seller akmış, ıslanmışım, umurumda değil. Damlalarla beraber benim de göz yaşlarım akıyor, seller yaratıyor. Yürüdükçe yürüyorum yağmurun altında, alsın götürsün beni de beraberinde diye, götürmüyor. Hala buradayım. Mıhlanmışım buraya. Acılarımla, yürek üzüntülerimle beraber. Nefes alamıyorum.

Yaşamaktan yorulur mu insan? Yorulur. Yoruldum. Her şeye karşı hala ayakta olmaktan yoruldum. Dibe vurup vurgun yemişken hala yaşarmış gibi yapmaktan da. Yaşayamazken yaşar görünmekten de. Gülemezken güler görünmekten de. Yoruldum. Her şeyin gelip beni bulmasından da. Yeteri kadar acı yaşadığını düşünürken daha da acısıyla karşılaşmaktan da. Her gün eve dönüp geldiğimde o acının tekrar ve tekrar vurmasından da. Yorgunum. Bitmeyen bir yorgunluk benimkisi. Yürek yorgunluğu. Durup durup tekrar vuran. Hiç utanmadan, hiç acımadan, her gün yeniden. Her gözümü açışımda ve her kapayışımda. Ve bundan sadistçe bir zevk alan. Ben kırılıp dökülürken, kalbimi sevmesin, beynimi düşünmesin diye söküp atmak isterken tekrar ve tekrar vuran.

Zaman geçtikçe daha da ağırlaşıyor acılarım, yorgunluklarım. Azalacağına artarak. Yaşamı bana dar ederek. Büyüdükçe büyüyor, ezdikçe eziyor beni. Ufaldıkça ufalıyorum. Giderek kayboluyorum. Her yüzeye çıkma çabam beni daha da dibe yaklaştırıyor. Vurgun yemişim bir kere. Nokta konmuş. Sonrası tatlı bir huzur, hiç yaşamamış gibi, hiç üzülmemiş, hiç yanmamış gibi.

Kasım geldi buraya. Kasım çok ağır geldi. Bir de Ocak gelecek. Bir de Ağustos. Onlar daha da ağır gelecek…


12 Kasım 2007 Pazartesi

Yangınım Büyük


“Kimlerin gözü kaldı, kimlerin ahı tuttu,

Bir ben mi böyle sevdim, o da beni mi buldu

Aşk hem dosttur, hem düşman,

Kalbi baştan çıkarır

Hayata bağlar önce, sonra ipleri koparır

Yangınım büyük, söndürün kalbimi, bu bana fazla yük…

Geçmişin kutuları… Geçen yıllarım kutuların içinde… Fotoğraflar, yazılar, mutlu, gülen yüzler… Hepsi kutuların içinde. Bütün lise hayatım bir kutuya sığmış. 8 koca sene. Dopdolu 8 sene. En üstte bir fotoğraf. Ne kadar canlı, ne kadar gerçek. Sanki dün çekilmiş. 2002 yılına ait oysa ki. Uzun saçlarıyla aynı onu ilk görüp de aşık olduğum günkü gibi duruyor. Aynı yüz ifadesi, aynı uzaklık ama aynı yakınlık. Gözümden bir damla yaş akıyor fotoğrafın üstüne. Tam ortasına. Sevdamızın ortasına damlayan bir dolu gözyaşının yanına. Hala unutamayan kalbimden, derinlerden gelerek.

“Hayat beni unutsa da sen beni unutma.”

Unutulur mu bu kadar çok sevilen, bu kadar derinden sevilen? 8 yılımı bir kutuya sığdırsam da sevdamı kalbime sığdıramadım. Coştu, taştı, bütün dünyayı renkleriyle boyadı. Günümü, gecemi, saatleri, dakikaları, seneleri, hayatımın her anını. Her nefes alışımda içime dolarak, gittikçe büyüyerek. Her geçen dakika çoğalarak, katlanarak. Yıktın duvarlarımı, doldun damarlarıma. Kanım sen oldu aktı, kalbim senin için çarptı. Gözlerim her yerde seni aradı, kulaklarım sesini duymak için seferber oldu. 6 yıl hiç usanmadan hem de.

“Ben seni sevduğumi da dünyalara bildirdim…”

Biz birbirimize yazılmıştık. Gözlerimiz buluştu. Ellerimiz kenetlendi. Kalplerimiz bir oldu çarptı. Bir araya gelişimiz hep yangın oldu, dünyayı yaktı. Biz ise yangının tam ortasında durduk, korkmadan, meydan okuduk. İnadına sevdik. Ayrılık yoktu kitabımızda. Sildik sözlüklerden o kelimeyi. Beraber yürümeye karar verdik.

“Sanki kapıyı çalıp gireceksin içeri,

Güneşi göremez oldu gözlerim,

Ay ışığında hep seni özlerim…”

Dünya durdu. Ay ışığının altında dünya durdu. Yıldızlar bir anda söndü. Teker teker düştü hepsi, birbiri ardına.

“Ben sana doyamadım, doysun kara topraklar…”

Kalbimi söküp toprağa verdim. Sıcak bir ağustos günüydü. Her yer sıcaktan yanarken ben dondum. Kanım akmaz oldu. Aklım düşünemez. Kulaklarım duymaz, gözlerim görmez oldu. Sadece o ve ben kaldık dünyada. Her yer onunla doldu. Baktığım her yer oydu, duyduğum her ses onundu. Her gün onun için uyandım, her gece onun için uyudum. Onu görmek, duymak, sımsıkı sarmak için. Tekrar bütün dünyayı yakmak için. Ama ben de yandım bu sefer. Yangın beni de kül etti, geçti gitti.

“Gitsen bile gözlerin benden gitmez…”

Kadere inat hala seven bir kalbim var. Hala onun için çarpan. Damarlarımda hala o akıyor. Gözlerim hala onu arıyor. Ben sildim o kelimeyi sözlüklerden. Zaman çok şeyi alıp götürse de sevdam direniyor. Yüzünü, kokusunu, sıcaklığını unutmamak için. Onsuz onu yaşamak ve daha birçok şey için…



not: Angelreich-Waiting-Deviantart

10 Kasım 2007 Cumartesi

Ölüm Cezası

“Bazen hayatta kalmak ölüm cezasıdır.” Öyle midir gerçekten? Yaşamak bir ölüm cezası mıdır? Elinde avucunda hiçbir şey kalmamış insanlar gerçekten yaşıyor mudur yoksa her gün biraz daha ölüyor mudur? Sevdiğinden ayrı yaşamak, yaşamak mıdır yoksa? Her gün deliler gibi özlerken hala hayatta olmak, aslında yaşamak mıdır? Yanından bir yıldız kaymışken geride kalmış, kurtulmuş olmak sevinilecek bir şey midir? Omzuna dayandığın arkadaşın şehit düşerken insan sevinir mi ailesine kavuşacağına? Sevinse bile suçluluktan, vicdan azabından kahrolmaz mı? Kırık bir gülümseme belirmez mi yüzünde? İçin için yanmaz mı?

İnsan kalbi toprağın altına koyulurken onunla gitmek istemez mi? İster. İstedim. Ama imkansızdı. Bana verilen bu dünyada kalıp yaşamaktı. Ne olursa olsun devam etmekti. Kayıp giden geri getiremeyeceğim bir dolu şeyin arkasından bakakalmaktı. Kaderine ağlamak ama yürümekti. Teslim olmadan emin adımlarla. İçin yanarken, yüreğin kanarken. Bırakıp gitmek istemek ama devam etmekti. Hayatın anlamı da bu değil mi zaten, ne olursa olsun yürümek. Yaşadığın her şeyden dersini alıp geçmişe gömülmeden, teslim olmadan yürümek. Bazen hayatta kalmak ölüm cezası olsa da…

28 Ekim 2007 Pazar

Özet

bazı olayların üzerine arkadaşım yolladı, bayıldım kaldım, süper bir şey...
bütün olayı özetliyor...

Hayal etmek?

hayal etmek güzel, sonu acı da olsa...

27 Ekim 2007 Cumartesi

Msn

Bir msn adresi insanı üzebilir mi? Oraya yazarken hakkında en ufak bir şey düşünmemiş, sadece yazmıştım. Aklımın ucundan geçmezdi ki bu olacaklar. Nisan ayından beri devam eden ve bir türlü bir sonuca bağlanmayan bu durum. Kendisini sevdiğime inandıramadığım, onu bırakıp gideceğimden korktuğu için hep kendisi bırakmayı tercih eden, bu uğurda üzülse de sonradan hiç vazgeçemeyeceğini ve kahrolacağını bildiği için her şeyi başlamadan silip atan bir adam ve onun için uğraşıp durmam. Hala sürüncemede duran bir hikaye. Fırtınası hiç yatışmayan. Ve bu hikayede iki karakter. Aklımı ondan alamasam da zorla kendisini düşündürtmeyen, her şeye tek başına göğüs germeye çalışan, içindeki karanlığı aydınlatmama izin vermeyen, çığlık çığlığa bağırması gerekirken susan, doğru düzgün sevilmediği için sevilmekten korkan o. Hala yılmayan ben.

Evet, bir msn adresi insanı üzer, hem de delice. Aylardır da üzüyor. Bu zamana kadar fazlasıyla üzüldüğünü düşünen ben, anladım ki hala üzülme hakkımı doldurmamışım.

“benden uzak ol istedim, düşünmekten vazgeçtim, kaçtım saklandım onun için de, kimse bulmasın istedim,

çünkü seni sevmeye, görmeye gücüm yok benim, basit bir cümleden ibaretim,

seni unutmaya çok istekliydim, beceremedim.”

21 Ekim 2007 Pazar

....

Türk Varlığına, Türk Birliğine, Milletime ve Vatanıma Karşı Silah Tutan, Tutmayı Düşünen Tüm KAFALAR KESİLECEKTİR!!!

Yas





Birer birer düşüyor, birilerinin çocukları, kocaları, babaları. Birilerinin en çok sevdikleri. Yitip gidiyorlar. Arkalarında bırakarak canlarını. Yıkarak dökerek…

17 Ekim 2007 Çarşamba

14 Ekim 2007 Pazar

Çizgi

Ne kötü bir huydur! Bir insanı bir kere sevmedim mi bir daha hiç sevemem! Kanım kaynamadı mı o insan ağzıyla kuş tutsa bir daha gözüme giremez. Üstüne bir çizgi çekerim. Hiç aldırmam bir daha da. Ve ne hikmetse her gittiğim yerde, her girdiğim çevrede böyle bir insan bulunur. Ve nedense bu insan bana hep batan bir şey yapar. Üstüne çektiğim çizgi gittikçe kalınlaşır. Artık o kişi görünmez olur benim için, ne sesini duyarım ne de onu görürüm. Sadece bir surettir benim için, gereksiz bir suret hem de.

Terk ettiğim evlere, kalplere bir daha dönmem belki de bu sebepten. Biten bitmiştir benim için. Zorlanırım terk etmekte, bir türlü bırakamam ama kapıyı kapattım mı bir daha açmam. Açamam. İçimden gelmez. Tek döndüğüm kalp İlker’di, ondan asla ayrılamadım. O da benden. İkimiz de başkalarının üstlerine çok çizgiler çektik ama birbirimize o çizgileri çekemedik. Dönüp dönüp birbirimizde bulduk huzuru, hiç usanmadan. Hiç ayrılmadık. Hiç ayrılmayız sanmamız da belki bu yüzdendi. Zaten birbirimize yazılmıştık, hiçbir silgi silemezdi bunu. Ya da biz öyle düşünüyorduk, öyle inanmıştık bir kere. Aklımıza gelmedi onun beni burada bırakıp gideceği, yapayalnız. Ama gitti. Bana da onu geçmişe gömmek düştü. Acısıyla tatlısıyla 6 yıldan sonra.
Huyum değişmedi. Çok şeyler öğrendim. Sakinleştim. Büyüdüm. 3 senede. Sevgim azalmadı, hasretim arttı. Arada bir bıçak saplanıyor derinlere. İçten içe sızlıyor kalbim. Hani bir iğne batar gibi olur ya aynı öyle.

Ben her yere onu götürüyorum beraberimde, hiç ayrılmadık aslında. Hep yanı başımda. Kimse göremese de ben görüyorum. Onun da benimle birlikte mutlu olduğunu, üzüldüğünü ya da ağladığını biliyorum. En korunaklı yerimde saklıyorum onu, kırılmasın, kimseler dokunmasın diye…

“Varsın eller gönül yarası kapanır sansın, kabuğun altında sevgili sen kanayansın…”

13 Ekim 2007 Cumartesi

13


Çamaşırları topluyorum, balkondayım. Bir şarkı mırıldanıyorum. Mutlu ve huzurlu. “13” diyor televizyon spikeri, 13. Susuyorum. Dünyadaki bütün sesler susuyor. Sadece ağıtlar yankılanıyor. Cami avlularında, evlerin bahçelerinde. Acılı annelerin, yıkılmış babaların ağıtları. Hüzünleri bütün hayatlarını kaplamış yas dolu insanların çaresiz çığlıkları. Habersiz küçük canların şaşkın bakışları. Acılarını dindirmenin hiçbir yolu yok. İçleri yanıyor, cayır cayır. Bir hiç uğruna yitip giden canlar. “Şehitler ölmez, vatan bölünmez!” Milyonlar ağlıyor. İçlerinde olanları durduramamanın verdiği ağırlık, yüzlerinde sadece acı. Bu kaçıncı yitiren can? Kimse bilmiyor. Adsız kahramanlar yatıyor şehitliklerde. Anneler okşuyor mezar taşlarını, babalar suluyor mezarlarını. Her bayram. Hiç usanmadan. Her bayram.
Katiller mecliste. Katiller dışarıda. Ellerini, kollarını sallayarak dolaşıyor. Utanmadan demeçler veriyor. Birer birer düşüyor, birilerinin çocukları, kocaları, babaları. Birilerinin en çok sevdikleri. Yitip gidiyorlar. Arkalarında bırakarak canlarını. Yıkarak dökerek.
Kameralar burunlarının ucunda, acılarını yaşayamayan insanlar. Üzülmüş görünen yalancı haberciler. Rant sağlamaya çalışan popülist gazeteciler. Medya diye geçinen işe yaramazlar ordusu. “Acılar nasıl sömürülür?” konusunda uzman bir dolu insan. Politikacılar, milletvekilleri. Kokuşmuşluk. Buram buram. Tiksinti. Sadece tiksinti hissediyorum. Kurgu hayatlarında gerçeğe yer yok. Hep önceden yazılmış bir oyunu oynuyorlar. Mimikler, hüzünler hep sahte. Hiçbir şey gerçek değil, sadece acı gerçek. İçi yanan onlarca insan. Tek gerçek, onlar ve onların acısı. Gerisi yalan.
13 uğursuz mudur? Değilse bile artık uğursuz. O anneler, babalar, eşler, çocuklar için artık uğursuz. Bir daha duymak istemeyecekleri bir rakam. Bu bayram buruk bir bayram, hüzün dolu bir bayram. Hazana uygun. Acı dolu. Dökülen yapraklar gibi yitip giden hayatlar. Tam tamına 13 tane.
Birer birer düşüyor, birilerinin çocukları, kocaları, babaları. Birilerinin en çok sevdikleri. Yitip gidiyorlar. Arkalarında bırakarak canlarını. Yıkarak dökerek…

Şüheda göğdesi, bir baksana, dağlar, taşlar..

O, rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar.

Yaralanmış temiz alnından uzanmış yatıyor;

Bir hilal uğruna, ya Rab, ne güneşler batıyor!

Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!

Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
not: çok acı ama artık 15.

Bodrum Bodrum




Bodrum’daydım. Tam 3 gün.
Yüzdüm, güneşlendim, dans ettim, sabahlara kadar sohbet ettim. Çok eğlendim. Dinlendim. Ruhum da dinlendi. Ne kadar yorulmuşum bu sene farkında değilmişim.







Sabahları kuş sesleriyle uyanmayı özlemişim. Daha kimse sakinliğini bozmadan denizle kucaklaşmayı da. Ve de güneşin yalnızca beni ısıtmasını. Deliler gibi korkarken bir de o kadar eğlenmeyi. Su kaydıraklarından çocuklar gibi kaymayı da. Çığlık çığlığa. Yasak bir şey yaparken yakalanmayı. Aylak aylak televizyon seyretmeyi. Güneş altında ısınıp buz gibi suya atlamayı. Sabaha kadar hiç sıkılmadan konuşacak insanları. Gülmeyi. En çok gülmeyi özlemişim. Güldüm. Uzun zaman sonra ilk defa, içimden gelerek güldüm hem de. Ve uzun zaman sonra ilk defa birinin eline dokunmak hoşuma gitti. Gözlerinin içine bakarak gülmek, konuşmak. Çocuk gibi mutlu olmasını görmek. Sakarlıklarını izlemek.







Bodrum’daydım. Tam 3 gün.
Yüzdüm, güneşlendim, dans ettim, sabahlara kadar sohbet ettim. Çok eğlendim. Dinlendim. Ruhum da dinlendi. Ne kadar yorulmuşum bu sene farkında değilmişim.

29 Eylül 2007 Cumartesi

İstanbul

"Bu İstanbul kimleri aldı kara maskesi altına…”

Bir şehre gece bu kadar yakışır, bu kadar çirkinliklerini kapatabilir. Sanki gece İstanbul için, İstanbul da gece için yaratılmış. Milyonlarca evin irili ufaklı ışıkları birer inci gibi Boğaz’ı aydınlatıyor. Yıldızlar yeryüzüne inse ancak bu kadar güzel görünebilir. Gökkuşağının renklerine bürünen köprü ancak bu kadar renkli görünebilir. İki kıtayı birleştirirken bir o kadar da ayırabilir.


Ortaköy’den Gayrettepe’ye çıkarken bir viraj var. Orada saatlerce durup İstanbul’u seyredebilirim. Böyle bütün şehir ayaklarının altında. Tam bir mükemmeliyet ve teslimiyet içinde. Sadece İstanbul ve huzur. Gecenin güzelliğine tekrar vurularak. Ve İstanbul’un. İçinde bu kadar karmaşayı ve kaosu barındırırken nasıl bu kadar huzur verdiğine hayret ederek. Arkasında bir sürü dramın olduğunu bildiğin halde hiç aldırmadan hayran hayran bakarak. Hatta gülümseyerek. Koskoca kentin günün birinde seni de yutabileceğini bilerek.


Kaçmayı hep dilediğim ama bir türlü terk edemediğim bir sevgili; İstanbul. İlker’den sonra daha da dar gelen ama bir o kadar da kendimi özgür hissettiğim büyülü kent. Boşuna değil uğruna bir sürü şiirin, şarkının yazılması. Uğruna bir sürü hayatın tüketilmesi.





Ortaokul ve lise hayatım Asya ve Avrupa arasında geçti. Ve ben her gün bu şehre bir kere daha aşık oldum. Her sabah ve her akşam. Hiç usanmadan. Her seferinde biraz daha hayran oldum. Güzelliğini ne kadar bozmaya çalışsak da hala nasıl bu kadar gizemli ve güzel olduğuna şaşırarak. Bu kadar kötülüğü içinde barındırırken nasıl hala bu kadar çekici olduğuna inanamayarak.
İstanbul’a hala her gün aşık oluyorum. Her sabah yeniden. Hep aynı virajda hayran hayran bakarak. O manzaranın dünyanın hiçbir yerinde olmadığını bilerek. Ve o sebeple bu kadar kıskanıldığımızı bilerek. Değerini hiçbir zaman tam anlamıyla bilemesek de hala bu kadar güzel ve bozulmamış kalmasına şaşırarak. Çünkü her gün bir yüzünü gösteriyor İstanbul. Bazı sabahlar sisli, bazı sabahlar güneşli, bazı sabahlar yağmurlu. Aynı insanlar gibi. Kah mutlu, kah hüzünlü. Ama hep güzel. Uğruna hayatını tüketsen de o istemedikten sonra ona sahip olamıyorsun, ne kadar uğraşırsan uğraş.


Ya kadına ya da kısrağa benzetilir İstanbul. İstanbul bir kadın gibi güzeldir, bir kısrak gibi özgürdür. Hiçbir zaman senin olmaz, olamaz. Talibi çoktur oysa ki. Ama kimseye bağlanamaz. Sen onun uğruna katil de olursun, hırsız da. Ama o aldırmaz. Dipsiz kuyularının birinde kaybolursun bir de bakmışın ki. Diğer tükenen bir dolu hayatın yanında yerini almışın, sadece bir isim olarak. Ne acı ama bir o kadar da gerçek…


“Yerle yeksan, ıslak saçlı, kem gözlü, kavim göçlerinden bu yana ağlayan ve durmadan cep kanyağı yakıcılığında ezgiler çalan, çaldıran, yakalatan adı bende gizli bir kadındı İstanbul
Şehre bi yağmur yağdı, ben ağladım…”

Yılmaz Erdoğan

28 Eylül 2007 Cuma

:):):):)

Yazıyorum, yazıyorum, merak etmeyin! :)

27 Eylül 2007 Perşembe

1000

1000'inci kişiyi sabırsızlıkla bekliyorum!!!!! :)

23 Eylül 2007 Pazar

Umut

Öyle büyük sevdim ki, bir daha hiç sevemeyecek gibi. Sanki bütün hayatımın sevgisi sanaydı. Yaşamımın her anını kaplayan senden ayrılmak kelimelerle anlatılacak bir şey değil. Hiçbir kelime, hiçbir cümle senden kopmanın acısını tam anlamıyla tarif edemiyor. Hala kalbim atsa da bütün enerjisi tükendi. Evet, bir daha sevdim ama seni sevdiğim kadar derin, büyük ve vazgeçilmez değildi. Zaten vazgeçilmez hiçbir şey yoktur. Hayatın bir yerinde uğruna her şeyini feda edebileceğin herkesten vazgeçebilirsin. Artık vazgeçebilirim. Maalesef ki öğrendim. Seninle beraber hayata başlayanlar bile seninle hayatlarını noktalamıyorlar ya da noktalayamıyorlar. Herkes yaşayacağı kadarını tamamladığında, ne kadar istemese de, arkasında kalanları ne kadar üzse de buradan ayrılıyor. Geride kalanlara da bir yerde ondan vazgeçip yaşamak düşüyor. Yaralı bereli ya da kırık.

Belki de önemli olan zamanın geldiğinde geride bıraktıkların tarafından iyi hatırlanmak. Bunun için çaba gösteriyor muyum? Hayır. Ben ne ise hep oyum, ne eksiğim var ne de fazlam. Ne ikiyüzlüyüm ne de fırsatçı. Her duruma uygun kıyafetlerim yok. İyi hatırlanır mıyım? Bilemem. Sevenim çok ama sevmeyenim. Sayılarını ben de bilmiyorum.

Burayı bırakıp giderken içimde pişmanlık olmasın istiyorum. Tertemiz ayrılayım bu sahneden. Ya da umut. Umut insanı yaşatır, yarına uyanmasını sağlar. Umut olmamalı içimde. Ancak öyle bırakıp gidilir bu hayat. Bunları o yazıları yazan insan mı söylüyor? Evet, ta kendisi. Umudum olmasa yaşayamazdım ben. Kabul etmesem de. Her gün uyanamazdım yeniden.

Çekiştiremezdim bedenimi gitmek istemediği yerlere. Yaşadım. Düşe kalka ama yaşadım. Hala da yaşıyorum. Artık daha mutlu uyanıyorum her sabah. İyileşiyorum yavaş yavaş. Artık daha huzurluyum. Zaman her şeyin ilacıdır. Doğruymuş. Acı gittikçe azalıyormuş. İlk anki kadar şiddetli vurmuyormuş bir daha. İnsan her şeye alışıyormuş, isteyerek ya da istemeyerek. Ama yaşıyormuş. Yok olup gitmek istese de yaşıyormuş. Eğer güçlüyse. Eğer hala umudu varsa. Eğer içinde pişmanlık kalsın istemiyorsa. Bitirmiyormuş hayatını. Her gün yataktan sürünerek kalksa da.

Hayat bu. Umut olmadan yaşanmıyor. Hiç pişmanlığım yok desem yalandır. En büyük pişmanlığım İlker, en büyük sevincim yine o. Bu ikilemin çözümü olmadı, olmayacak. Çözemedim, çözemeyeceğim. Artık boş verdim…

16 Eylül 2007 Pazar

Vitrin

İçime attım ne varsa
Anlamaya çalıştım herkesi
Aşkı da sevdim, kavgayı da
Anlatamadım ki
Hiç korkmadım çelişkiden
Onaylanmayan ilişkiden
Ne çoğaldım övgüden
Ne azaldım yergiden
Hiç korkmadım yasaklardan
Korunmadım tuzaklardan
Kalktım güvenli kucaklardan
Hep denedim,
Bilerek göstermedim
Kendimi sakladım görmeyi bilenlere
Vitrinimi değil fikrimi merak edenlere
Deliyim aslında Allah’ına kadar deliyim
Kalbimi vereceğim aslımı görenlere

12 Eylül 2007 Çarşamba

Gidersen Yıkılır Bu Kent

Gidersen yıkılır bu kent, kuşlar da gider
Bir nehir gibi susarım yüzünün deltasında
Yanlış adresteydik, kimsesizdik belki
Sarışın bir şaşkınlık olurdu bütün ışıklar
Biz mi yalnızdık, durmadan yağmur yağardı
Üşür müydük nar çiçekleri ürpeririken

Gidersen kim sular fesleğenleri
Kuşlar nereye sığınır akşam olunca

Sessizliği dinliyorum şimdi ve soluğunu
Sustuğun yerde birşeyler kırılıyor
Bekleyiş diyorum caddelere, dalıp gidiyorsun
Adını yazıyorum bütün otobüs duraklarına
Öpüştüğümüz her yer adınla anılıyor
Bir de seni ekliyorum susuşlarıma

Selamsız saygısız yürüyelim sokakları
Belki bizimle ışıklanır bütün varoşlar
Geriye mapushaneler kalır, paslı soğuklar
Adını bilmediğimiz dostlar kalır yalnız
Yüreğimize alırız onları, ısıtırız
Gardiyan olamayız kendi ömrümüze her akşam

Gidersen kar yağar avuçlarıma
Bir ceylan sessizliği olur burada aşklar

Fiyakalı ışıklar yanıyor reklam panolarında
Durmadan çoğalıyor faili meçhul cinayetler
Ve ölü kuşlar satılıyor bütün çiçekçilerde
Menekşeler nergisler yerine kuş ölüleri
Bir su sesi bir fesleğen kokusu şimdi uzak
Yangınları anımsatıyor genç ölülere artık

Bulvar kahvelerinde arabesk bir duman
Sis ve intihar çöküyor bütün birahanelere
Bu kentin künyesi bellidir artık ve susuşun
İsyan olur milyon kere, hiç bilmez miyim
Sokul yanıma sen, ellerin sımsıcak kalsın
Devriyeler basıyor karartılmış evleri yine

Gidersen yıkılır bu kent kuşlar da ölür
Bir tufan olurum sustuğun her yerde .


Ahmet Telli

9 Eylül 2007 Pazar

Santralİstanbul

Dün gece Santralİstanbul açıldı. Ben de bir Bilgi mezunu olarak oradaydım. Desem de yalandır. O soğukta orada bulunmamın tek nedeni arkadaşım Deniz’in aylardır verdiği uğraşların sonucunu görmekti. Başka hiçbir şey beni oraya götüremezdi. 4 yıl boyunca Bilgi’de okumam, dostlarımın çoğunu orada bulmam, evime yollanan davetiye, mail adreslerime defalarca gelen davetiyeler. Ya da gündüz yapılacak mezun buluşması. Uğrunda iğne ipliğe dönen, gecesini gündüzüne katan, artık orada yatıp kalkmaya başlayan Deniz benim için bütün bunların üstündeydi. Ben de kalkıp gittim. Tabii ki mezun buluşmasına ya da kırk uzun dakika sürecek geyik konuşmaları dinlemeye değil. Saat 9 sularında başlayacak United Visual Artists’in gösterisine. Tabii bir Türkiye klasiği olarak 9’da başlamadı. Onun yerine Ian Simmonds’ı dinledik ki o da çok güzeldi.

Ian abi müzik dinletisini sunarken biz de “Modern ve Ötesi” adlı sergiyi gezmeye çıktık. Gördüğüm aşağı yukarı bütün resim ve heykellere bön bön bakarak sanat düşmanlığımı perçinledim. Daha doğrusu modern sanat düşmanlığımı. Zaten hiçbir zaman da anlamadığım şeylerin üstüne kafa yorma zahmetine katlanmadım. Bunların içine bale ve opera da dâhil. Hoplayan kadın ve erkekler ile avazı çıktığı kadar haykıran şişman teyze ve amcalar beni bir türlü cezp edemedim. Adımımı atmadım atmam da. Bu yönümle dedeme çekmişim. Beni yukarılardan bir yerlerden görüyorsa keyifli kahkahalar attığına eminim. Her neyse ben devam edeyim.

Santralİstanbul kampusu devasa bir alan üzerine kurulmuş. İçinde sergi salonundan tutun da amfi tiyatroya kadar bir dolu şey var. Hatta kokoşların mekânı, Oto mu Otto mu çözemedim, adı her ne ise o restoran da bir şube açmış. İçerisi o saatte sarhoş olmuş bir sürü insanla doluydu. Gece gittiğim için pek bir şey göremedim. Hatta önümü zor görüyordum. Sadece özenti gençlik çarptı gözüme. Bunalım takılan, ezik, kılıksız, simsiyah giyinmiş, tarz olalım, cool olalım diye bir bok olamamış, üstleri başları pislik içindeki zavallıları genç diye tanımlarsanız tabii ki. 8 yıl boyunca gerçek bunalımı ve rockçılığı KAL’da yaşayan bir şahsiyet olarak bu çabalara sadece güldüm ve acıdım. Kendilerini Amerika’daki üniversitelerde zanneden bu alternatif kılıklı rockçı zavallılar kendilerine çimleri ve yerleri oturma alanı olarak seçmişlerdi. Her köşede öpüşüp koklaşan, çiçek çocuk olmaya çalışan “Biz farklıyız.” diye bağıran tipler gördüm. Tabii ki çok eğlendim.

Ian abiden sonra sıra United Visual Artists’e geldi. Performansları tek kelimeyle müthişti. Harika bir ışık ve ses sistemi kurulmuştu. İlker görseydi, o da hayran kalırdı. Niye derseniz, kendisi de bu işlerle haşır neşirdi. Staras’ın has elemanıydı desem daha doğru olur. Önce her şey simsiyah oldu. Sonra amfilerden gelen sesle bütün iç organlarımın titrediğini hissettim. Muhteşem müziğe lazerler de katılınca ortaya izlenmesi gereken enfes bir gösteri çıktı. Anlatılmaz yaşanır diyorum.

Gösterinin bitimiyle oradan ayrıldık. Bu kadar Bilgili olmak yeter diyorum. Hatta o kadar anti-Bilgili, o kadar KAL’lıydım ki, insanların pis pis bakışlarına durup durup güldüm.

Kampus hayırlı olsun, başka ne denir ki…


http://uva.co.uk/ (izleyin derim)(united visual artists sitesi)

8 Eylül 2007 Cumartesi

Vol.2

Susma kararım bu kez uzun sürdü. Yorgunluğum geçmek bilmedi çünkü. Kelimelerim artık konuşmak istemiyordu, daha doğrusu konuşacak halleri kalmamıştı. Hepsi bir yerlere saklanıp kalmıştı, bir türlü ortaya çıkmak istemiyorlardı. Parmaklarım bir türlü klavyeye dokunup onları rahatsız etmek istemedi.

Bugünlerde biraz daha dinlenmiş hissediyorum kendimi. Artık yaşama kaldığı yerden devam etmeliyim. Beni sevmemiş hatta hiç sevmemiş bir adam için hayatı askıya almanın bir yararı olmadığına karar verdim. Ama bu kararı almam biraz zaman aldı. Bu kararın yolunda az içki şişesi bitirmedim. Günlerim susarak geçti. Kimseleri görmek istemedim. Bedenimi zar zor kaldırıp işe gittim. Aklımı onun hakkındaki düşüncelerden sıyırmak için çok çaba harcadım.

Eski Derya olmaya bıraktığım yerden devam etmeye karar verdim. Öfkemi de yatıştırdım. İsyan bayraklarımı yine göndere çektim. "Neden?" sorusunun cevabını aramayı bıraktım. Kalbimin buzları erimişti, kendime Icewoman’lığı yakıştırmamaya başlamıştım. Ama kalbim yine buz tuttu. Duvarlarımı yeniden ördüm, kendimi korumaya aldım. Artık zaman zaman gülebiliyorum. İçten. Neşeli halimi görebiliyor insanlar. Umursamaz halim geri döndü. İnsanların hakkımdaki düşünceleri beni yine ırgalamaz oldu. Arada yüzümde beliren keder bulutlarını dağıtmaya çalışıyorum. Ne kadar istemesem de bazı zamanlar havam bulutlanıyor yine de. Susan dilim yeniden ısırmaya başladı. Isıramadığı insanları da ısırabiliyor artık. Bu sebeple çok mutluyum.

Yeniden başladım.

(Ps: "Korkma Kalbim" şarkısını kendime hediye ediyorum. "Ta ..ına Koyim" da ona gitsin. Muhahaha!)



1 Eylül 2007 Cumartesi

Bir Yolcu Daha...


Bir yolcu daha var uzaklara gidecek. Sayılı günleri kaldı buralarda. İnsanları uğurlamaktan sıkılan biri olarak bir yolcu daha görmek istemiyorum. İki elin parmaklarını geçmeyen sayıdaki dostlarım bir yerlere dağıldı. Aramızda hep miller var. Şimdi bir tanesi daha o kervana katılacak. Ben ise burada bir uğurlama töreni daha düzenleyeceğim. İçim sıkılarak, ezilerek, burkularak. Kabul etmek istemesem de mecbur kalarak. Gidenlerin ardından hep baktığım gibi gene bakacağım. Sessiz sedasız, öylece.
İyi yolculuklar Deniz’im, yolun açık olsun! Ben buradayım, Baykuş’da buluşuruz bir gün yine, kadehlerimizi tokuştururken, objektife gülümserken…

21 Ağustos 2007 Salı

Can Kırıkları


Ağlıyor. Kalbi sızlıyor. Yaralı. Küskün. Üzgün. Kırgın. Bu sebeple de suskun. Ve kolay yolu seçip yeniden susacak...

Yaralı

“Yüreğimde hep ağlayan bir hüzün, karaya vuran gemiler gibi, içimdeki kalp yaralı bereli.”
Yaralıyım. Üzgünüm. Kırık döküğüm. Kalbim sızlıyor. Hiçbiri bahane değil susmak için. Hiçbir zaman da olmadı. Ama konuşamıyorum. Yaşamayı reddediyorum. Kalbim çarpmaya devam etse de, gözlerim her doğan günle açılsa da bu beden sürükleniyor.


Planlarım yok artık. Hepsini çöpe attım. Kimini buruşturup, kimini yırtıp attım. Plan yapmak yarını bekleyen insanlara ait, umutları, hayalleri kurumuşlara değil. Geçmişinde boğulanlara da. Ne kadar çabalasam da geçmiş pencerelerimi kapamaya, yapamıyorum. Ne kadar perdeleri çeksem de bir ışık bir yerden mutlaka sızıyor. O kadar lanet bir ışık ki, bütün odayı geçmişimle dolduruyor. “Hayatla barışmak, bir yerden tutunmak, her şeyde sen varken, kolay mı unutmak?”

“Unutmak ne mümkün severken” Sevginden kurtulamadım bir türlü. Nereye gitsem onu da götürüyorum. Nasıl yüzünü, kokunu, sesini, seni götürüyorsam. Nasıl her güne seninle başlayıp, her gecemi seninle noktalanıyorsam.

Bu kadar çok şeyi hak etmek için ne yaptım bilmiyorum, artık düşünmekten de vazgeçtim. Ne gelse kabulümdür. Zaten olanları ve olacakları değiştirmek için elimde sihirli bir değnek yok, hiçbir zaman da olmadı.

Teker teker gönlümün yaprakları düşüyor. Bu kadar hüznü hayatıma nasıl sığdıracağım? Gözümü kapattığımda huzuru tekrar nasıl bulacağım? Dingin hayatıma nasıl geri döneceğim? Hiçbirinin cevabı yok. Cevaplarını da aramıyorum.

Derinlerdeyim. Diplerdeyim. Karanlıktayım. O kadar acıyor ki canım, ağlayamıyorum bile. Kaskatı kesildi her şeyim. “Al beni dünyadan, kalmadı sevenim.”

Kapanıyorum. Perdem yavaş yavaş iniyor. Maskemi çıkarma vakti. Gün bitti. Söz bitti...

Melike'nin bana bir paragraf borcu vardı...

“Derler ki, sert metaller eğilmez bükülmez. Demir gibileri, kolay kolay bükemezsiniz. Yamulmazlar. Dosdoğrudurlar. Ancak orta yerden hışımla kırabilirsiniz... Kırılırlar... Kırıldım. Çok kırıldım. Ve aklımda tek bir soru kaldı; tek bir soru tek bir kelimeden ibaret...
"NEDEN?""

(www.melikeerol.blogspot.com)

19 Ağustos 2007 Pazar

Derinden Derine Susmak İstiyorum

Derinden derine susmak istiyorum. Bir tarafım çığlık çığlığa bağırmak isterken. Arada sıkışıp kaldım. Kalbim yaralı. Kelimelerim suskun. Aklım karışık. Bırakıp gitmek isteyen bedenimi sürüklüyorum her gün. Çekip götürüyorum gitmek istemediği yerlere, geçmek istemediği sokaklara. Mecburum. Yaşamak için. Geçmişimin hayaletleri peşimde. Teker teker kapatsam da kapıları yüzlerine yine karşıma dikiliyorlar daha da güçlenerek. Artık yoruldum saklambaç oynamaktan.

Teslimiyet havası hâkim bugünlerde. İtiraz edemiyorum hiçbir şeye. Her şey doğru artık, herkes haklı. Olan her şey zaten olmalı. İsyankâr ruhumu kapattım, anahtarlarını attım. Ağlarken gülmeye çalışmanın tezadı içinde boğuluyorum. Ben kurtulmaya çalıştıkça derinlerden, daha da dibe batıyorum. Sarındıkça sarınıyor acılar, aktıkça akıyor gözyaşlarım. Nefret damarlarım kabarıyor. Kararıyor günlerim, gözlerim. Kapanıyor kapılarım. Susuyor kelimelerim. Öfke selleri akıyor içimden tekrar. Bir türlü iyileşememenin selleri.

Sımsıkı kapattım kendimi. Teslim olduğum güne lanet ederek. Beni teslim alana lanetler okuyarak. Ölüyorum yeniden. O da ölsün istiyorum. O kadar çok acı çeksin ki ne yaptığını anlasın. Kendinden nefret etsin, kalbini parçalasın istiyorum. Ben bir kırıldıysam, o on kırılsın, ben bir pişman olduysam, o on pişman olsun istiyorum. Bütün yanlış şıkları işaretlesin istiyorum, buhranlarında boğulsun istiyorum. Elinden tutup onu kurtaranın yarı yolda elini bırakmasını istiyorum. Çünkü biliyorum ki, o düşüş hiçbir düşüşe benzemiyor, verdiği acı hiçbir acıya benzemiyor. Yere vurduğunda hissettiklerinin hiçbir dilde karşılığı yok.

En çok da kendimden nefret ediyorum, kalbimden nefret ediyorum. Nasıl olup da değmeyecek insanlara düşüyor diye. Söküp atmak istiyorum. Kırıp dökmek istiyorum. Bir daha sevmesin istiyorum. Ancak o zaman acımayacak canım, biliyorum, ancak o zaman huzur bulacağım. Hiç sevmemiş olmayı diliyorum. En başa dönüp yeniden yaşamak, yeniden yazmak istiyorum kaderimi. Değişemeyecek şeyleri değiştirmek, açılan yaralarımı kapamak istiyorum. Tam bir insan olmak istiyorum yeniden.

Hiç büyümemiş olmayı diliyorum çok zaman. Çocuk kalmış olmayı. Büyüdükçe yalnız kalıyor insan çünkü. Daha kolay kırılıyor. Daha kolay teslim oluyor. Her şey çok daha ağır geliyor. Açılan yaralar derin oluyor. Düşünce tekrar kalkıp koşmak zor oluyor. Mutluluklar zor elde ediliyor. Gülmek zorlaşıyor. Ağlamak kolaylaşıyor, akan yaşlar bir türlü durmuyor, yanakları daha bir yakıyor.

Benim hep bir yanım yaralıydı, üç senedir kanamaktaydı. Şimdi diğer yanım da yaralı. Benim hep bir yanım ağlamaktaydı. Şimdi diğer yanım da ağlıyor. Benim hep bir yanım sızlamaktaydı. Şimdi diğer yanım da sızlıyor…

Manga-İz Bırakanlar Unutulmaz

doğru...

18 Ağustos 2007 Cumartesi

Hep Bana

“Bana, bana, hep bana, ayrılıklar hep bana, gidenlerin ardından bakakalmak hep bana”
Kanımdaki alkol oranı hakkında en ufak bir fikrim yok. Bu oran gittikçe de artmakta. Mutluyum. Gittikçe daha da mutlu oluyorum. İso geliyor aklıma. “Kafam bir milyon!” derdi. Ne demek istiyormuş anlıyorum. Haklıymış.

“Sarhoşum” dedim, “Sebep?” dendi. Sebepsiz bir sarhoşluk. Aslında sarhoşluk yanlış bir kelime. Evin yolunu buldum, kapıyı anahtarımla açtım. Hatta merdivene çıkıp dolabın tepesinden fincan bile indirdim. “Yürü be!” diye bağırdığınızı duyabiliyorum. Daha da süperi ellerimle sivrisinek avladım, hem de iki tane leşim var. “İçmeyeli çok olmuştu.” yazacaktım, sonra fark ettim ki, daha Çarşamba gecesi elimde şarap kadehi geziyordum. Onu içkiden saymıyoruz artık, o sebeple içtim sayılmaz.

Gece rakıyla başlanıp votkayla bitirilince insan daha bir güzelleşiyor. Bira ve şarap içkiden sayılmıyor. Onları listeden çıkarttım ben. Onlar açılışta, ısınma turlarında tüketiliyor. Çoğunlukla tüketilmiyor. Direk ana turlara geçiliyor.

Dün gece Taksim’deydim. Yanımda Deniz ve Ali. Deniz doğum günü çocuğuydu, Ali de Yunanya. Deniz son günlerini sayıyor, Ali de. Yine ayrılık göründü. Ben yine arkada kalanım. Bu kadar ayrılık olmaz artık. Uzun ayrılıklar bunlar, öyle hemen geçecek türden değiller. Sohbetin tam ortasında birden sustu herkes. 6 yıl geçmişti, koskoca 6 yıl. Anılar canlandı birden. Paylaşılanlar, yaşananlar. Teker teker. Derin bir sessizlik duyuldu. Biz de şaştık geçen zamana. Ayrılmadan yani uzun zaman ayrı kalmadan tam 6 yıl. Şimdi herkesin yolları ayrılıyordu. O zaman anladık, bir daha kolay kolay bir araya gelemeyeceğimizi, aslında bunların son günlerimiz olduğunu. Ne acı! Kimse itiraf edemedi. Kimse duyduğu hüznü anlatamadı. Bilsek de, derinden hissetsek de kelimeler çıkmadı ağzımızdan. Öylece sustuk. Geçiştirildi birden söz birliği yapmışçasına. Dağıldı hüzün havası. Aslında dağıldı göründü. Garipti, alışılmışlıklar geride kalacaktı, yeni kapılar açılacaktı önümüze. Bilmediğimiz, belki de daha hazır olmadığımız ama hazır göründüğümüz. Kimsenin üzülmeye niyeti yoktu belliydi. Kadehler tokuşturuldu, sohbete devam edildi. Akılların bir köşesinde ayrılık pusudaydı…

Sustum

Tam on gündür susuyorum. İçimden yazmak gelmiyor. Yani gelmiyordu. Artık konuşmaya karar verdim…

Acımı tekrar içime gömerek yaşamaya devam ediyorum. Her gün güneş yeniden doğuyor ama ben yerimde sayıyorum. İlker gideli üç koca yıl oldu. Hala her gün onunla uyanıp, her gece onunla uykuya dalıyorum. Yeniden sevebileceğimi gördüm ama, mutluyum.

Ben sevdim ama o beni sevmedi. Sevmemiş, anladım. Bunu kendime yeni itiraf edebiliyorum. Ben severken, hep onu düşünürken, aslında yanılmışım. Beni sevseydi, en çok yanımda olması gerekirken terk edip gitmezdi ya da kaçıp gitmezdi. Ama o kaçtı. Arkasına bakmadan, bir dakika bile düşünmeden kaçtı. Bugüne kadar bu kadar çok sevilmemişti, belki o yüzden kaçtı. Derinden sevilecek kadar değerli görmediği için kendini. Ya da korktu sevgiden, alışık değildi. Bilmiyorum.

Sevilmediysen hep bir yanın eksik kalıyor. İnsanlar seni ne kadar çok severlerse sevsinler sana yetmiyor. Buhranların seni asla terk etmiyor. O sevginin büyüklüğünden korkuyorsun, aslında derinlerde o sevgiden nefret ediyorsun, seni o kadar çok sevenden de. Bir türlü gereken cevabı veremiyorsun, o sevgiye karşılık veremiyorsun. Kaçmak varken savaşmıyorsun. Susup kaçıyorsun, seni seveni umursamıyorsun bile.

Hala arada onu düşünüyorum. Hala kabul edemiyorum. Beni bırakıp kaçtığına inanamıyorum. Hata yaptım biliyorum. Ondan çok şey bekledim belki de. “Ama çocuktu.” dedi Deniz, haklıydı. Korkması da bundandı, kaçması da. Ben bunu göremedim. Gördüm de kabul edemedim. Gereğinden fazla sevdim. O kadar çok sevdim ki, özgür bıraktım.

Kızmadım desem yalandır, inanmayın. Ama kime kızdığımı bilmiyorum. İsyan ede ede artık gücüm kalmadı. Bıraktım isyan etmeyi de, konuşmayı da. Susmam bundandı. Konuşacak bir şey kalmamıştı elimde yine ve yeniden. Anlatacak biri yoktu, beni seven ve düşünen. Hayaletlerimle yalnız kaldım. Bu kez sustum. Konuşmak geri getirmeyecekti gidenleri. Artık anladım ve sustum.

Bir taraf çok sevdi, diğer taraf sevemedi. Bütün hikâye buydu. Her hikâye mutlu bitmezdi. Bu da bitmedi…

Yoruldum

Konuşmaktan yoruldum, susma hakkımı kullanıyorum...
Yakında tekrar konuşmaya başlayacağım...

9 Ağustos 2007 Perşembe

No Comment

Bunca zaman bana anlatmaya çalıştığını,kendimi bulduğumda anladım.
Herkesin mutlu olmak için başka bir yolu varmış,
Kendi yolumu çizdiğimde anladım..
Bir tek yaşanarak öğrenilirmiş hayat, okuyarak,dinleyerek değil..
Bildiklerini bana neden anlatmadığını, anladım..
Yüreğinde aşk olmadan geçen her gün kayipmış,
Aşk peşinden neden yalınayak koştuğunu anladım..
Acı doruğa ulaştığında gözyaşı gelmezmiş gözlerden,
Neden hiç ağlamadığını anladım..
Ağlayanı güldürebilmek,ağlayanla ağlamaktan daha değerliymiş,
Gözyaşımı kahkahaya çevirdiğinde anladım..
Bir insanı herhangi biri kırabilir,ama bir tek en çok sevdiği, acıtabilirmiş,
Çok acıttığında anladım..
Fakat,hak edermiş sevilen onun için dökülen her damla gözyaşını,
Gözyaşlarıyla birlikte sevinçler terk ettiğinde anladım..
Yalan söylememek değil, gerçeği gizlememekmiş marifet,
Yüreğini elime koyduğunda anladım..
''Sana ihtiyacım var, gel ! '' diyebilmekmiş güçlü olmak,
Sana ''git'' dediğimde anladım..
Biri sana ''git'' dediğinde, ''kalmak istiyorum'' diyebilmekmiş sevmek,
Git dediklerinde gittiğimde anladım..
Sana sevgim şımarık bir çocukmuş,her düştüğünde zırıl zırıl ağlayan,
Büyüyüp bana sımsıkı sarıldığında anladım..
Özür dilemek değil, ''affet beni'' diye haykırmak istemekmiş pişman olmak,
Gerçekten pişman olduğumda anladım..
Ve gurur, kaybedenlerin,acizlerin maskesiymiş,
Sevgi dolu yüreklerin gururu olmazmış,
Yüreğimde sevgi bulduğumda anladım..
Ölürcesine isteyen,beklemez,sadece umut edermiş bir gün affedilmeyi,
Beni af etmeni ölürcesine istediğimde anladım..
Sevgi emekmiş,
Emek ise vazgeçmeyecek kadar, ama özgür bırakacak kadar sevmekmiş...

Can Yücel


ps: zaten kime olduğu belli...

7 Ağustos 2007 Salı

Uyuşuk İnsan ve Yeni İşi

Sonunda bir işim oldu. Aslında yarın tam bir haftadır çalışıyor olacağım. İlk gün sıkıntıdan çatlayarak, esneyerek ve gözlerimi ovuşturarak gittiğim iş yerimde, hala çok güvenilir bir eleman olamasam da ufak tefek işler yapıp kendimi mutlu etmeye çalışıyorum.

Hobilerim arasına; “faks çekmek nasıl eğlenceli bir iş haline getirilir?” ve “rezervasyon teyitleri nasıl daha çabuk alınır?” diye iki yeni hobi eklendi. Tabii, insanların günde iki litre suyu nasıl tükettiklerini de daha iyi kavramış oldum. Zira insan sıkıntıdan kendini suya veriyor. İş yapmadan dokuz saat geçmediği için bilgisayarda renk seçimlerim ve wallpaper’larım habire değişmekte. Hatta gözler açık uyumanın da sırlarını çözmek üzereyim. Bu konuda bana yardımcı olan Fatih’e de sonsuz teşekkürlerimi sunmayı bir borç bilirim.

Gerçi ofisim Ortaköy’de olduğu için her gün bir posta deniz havası koklamaktayım ancak denizden gelen oksijenin de benim sıkıntıma çare olmadığını söylemeden geçemeyeceğim. Aksine daha çok uykumu getiriyor. Tabii 2 senedir 11.30’dan sonra uyanmaya alışmış bünyem, 8’de kendini duşun altında bulunca şoka giriyor. Bu şokun etkisiyle kendini 11 sularına kadar uyanık tutabiliyor, sonra yavaş yavaş çaptan düşmeye başlıyor. 12’e kendini zor atıyor. Öğlen yemeğinin gazıyla 15 sularına kadar tekrar diriliyor. 15’den sonrası ise malum.

Televizyonda dönen birçok reklamın benim elimden geçtiğini söylemeden geçemeyeceğim. Kendilerinin yerleştirmelerini ben yapıyorum. Tabii en çok hoşuma giden kendi fotoğrafını çeken taş ağabeyimiz. “Ben çekerim yavrum resimlerini, sen kasma kendini!” diyesim geliyor abiyi görünce. Gerçi ben kendisini reklamlara çıkmadan çok önce keşfetmiştim. Bazı zevzeklerin “şaşı bu adam!” demelerine aldırmadan dilim dışarıda fotoğraflarına bakıyordum. Şimdi de aynı şekilde reklamına bakıyorum. İnsan her reklam çıktığında kitlenip kalır mı? Kalır kardeşim!

Evet, sonunda ben de iş kadını oldum. Hahaha! Tabii kat edilecek daha çok yol var ama başlamak önemlidir. Başladım!

5 Ağustos 2007 Pazar

Bu Kalp Seni Unutur Mu?

Tam üç yıldır onsuz. Üç koskoca yıl. Kâh buruk, kâh üzgün geçen. Hep yanımda olmasını, her gece yanımda uyumasını istediğim yüreğimden ayrı.

Günlerin geceye dönmesini beklerken geçen günler, haftalar, yıllar. Dışarıda doğan güneşten haberi olmayan, hep karanlıkta yaşayan bir beden. Savaşmayı bırakmış, teslim bayrağını çoktan çekmiş bir ruh. Sevdiği yerine içki şişeleriyle uyuyan, hayatı askıda kalmış bir can. Tekrar, tekrar ayağa kalkmaya çalışan ama her seferinde yere daha hızlı vuran bir ben.
Konuşmaktan yorulmuş, susmak derdini anlatma yolu olmuş.

1095 gündür sensizim. Yanındayken bir saniye bile gözümü ayıramadığım senden tam 1095 gündür ayrıyım. Özlemin artık içimi kavuruyor. Çaresizce başvurduğum bütün kapılar yüzüme kapandı. Beni sensiz bırakan o günden nefret ediyorum. Takvimlerden silmek, o günü hiç yaşamamak istiyorum. Oynadığım rollerden sıkıldım, taktığım maskelerden tiksindim. Ben artık ben değilim. Bambaşka biri olup çıktım. Yorulmuş, usanmış, yaşamaktan vazgeçmiş biriyim. Arada bir içimde filizlenen umutlarım da daha yeşermeden kuruyup dökülüyor.

Mutsuzlukla artık arkadaş olduk, ben onsuz, o da bensiz yapamıyoruz. Nereye gitsem yanımda onu da götürüyorum, peşimden hiç ayrılmıyor. En sadık dostum. Başımı yastığa her koyduğumda, gözümü her açtığımda hep yanımda. Doğan her günle beraber daha da büyüyor, yavaş yavaş her yanımı kaplıyor.

Senin yerini kimse dolduramayacak biliyorum, seni aramaktan vazgeçmesem de. Sıcacık sarılışını bir daha bulamayacağım, biliyorum. Ya da gülen gözlerini. Bana huzur veren sesini, hiç bıkmadan akıl veren seni. Bu kadar derinden bir daha sevemeyeceğim, biliyorum. Kalbim bir daha bu kadar sevgiyle çarpmayacak. Elimden kayıp gidişini hiç unutamayacağım, biliyorum. Her sene aynı gün karalar bağlayıp o günden nefret edeceğim. Seni benden alıp götüren, bizi ayıran. Bitmeyecek bir sevdayı bitirmeye çalışan o günden. Beni bu dünyada senden, beni sevmenden mahrum bırakan. Ömrümün sonuna kadar mutlu, huzurlu, en önemlisi seninle yaşamaktan beni alıkoyan. Kalbimi parçalayıp bırakan, beni soğuk, ruhsuz bir beden haline getiren o günden nefret edeceğim, biliyorum.

Hayatımın geçen her gününü sayıyorum, her biten günden sonra mutlu oluyorum. Batan her güneş beni sana daha da yaklaştırıyor, seviniyorum. Bu boktan dünyada yaşanacak bir gün daha azalıyor.

Her günüm seninle başlayacak, her gecem seninle bitecek. Dilimden adın hiç düşmeyecek. Aklım seni, sesini, kokunu, gülüşünü unutsa da kalbim unutmayacak, biliyorum. Seni sevmekten hiç vazgeçmeyecek, biliyorum, biliyorum…


Yıllar geçse de üstünden, bu kalp seni unutur mu?
Anlamı yok tüm sözlerin, sensiz geçen gecelerin, yaşanacak senelerin
Bu kalp seni unutur mu?
Bambaşka bir halin vardı, fark etmeden beni sardı, benliğimi benden aldı
Bu kalp seni unutur mu?
Bana aşkı veren sendin sonra alıp giden sendin, yollarımız ayrı derdin
Bu kalp seni unutur mu?
Oysa düşlerim başkaydı, birdenbire yarım kaldı, yaşanacak çok şey vardı
Bu kalp seni unutur mu?
Her gün akşam yastığımda üşüyorum yokluğunda, yaşıyorum boşluğunda
Bu kalp seni unutur mu?


Karaya Vuran Gemiler Gibiyim

Üstüme yıkıldı dağ gibi bir hasret
Yaraları sarmaya, alışıp unutmaya koca bir hayat lazım, yıllar yetmez
Senin uzağında hayat çok hüzünlü
Şimdi kime yar diye sarılıyor ellerin
Gitsen bile gözlerin benden gitmez
Resimlerde hep o güzel yüzün, yüreğimde hep ağlayan bir hüzün
Karaya vuran gemiler gibi içimdeki kalp yaralı bereli
Hançer mi şu gönlüm sevdanla kanarken
Unutmak ne mümkün severken
Hayatla barışmak, bir yerden tutunmak
Her şeyde sen varken kolay mı ah unutmak…